Son Dakika Haberler

DÜĞÜNÜMÜZE GELİN “Öykü”

DÜĞÜNÜMÜZE GELİN “Öykü”
Okunma : Yorum Yap

Aynı köyde komşu idiler. Ailece tanışıyorlardı. Aralarında hiç hır gür çıkmamıştı. İşleri, diğer köylüler gibi tarla sürmek, ekip biçmek, hayvan otlatmak, ürünleri pazara götürüp satmaktı. İki odalı bir köy okulu vardı. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar bir odada, dört ve beşinci sınıflar diğer odada eğitim görüyorlardı. Çok hoşgörülü ve ciddi bir kadın öğretmenleri vardı. Adeta tüm öğrencilerin anneleri gibiydi. Öğrenciler öğretmenlerini çok seviyorlardı. Öğretmenin bir dediğini iki etmiyorlardı.

Dördüncü sınıfa geçtiklerinde öğretmenin yer göstermesi ile yan yana oturdular ve göz göze geldiler. İlk kez birbirlerini çok yakından gördüler ama hiç konuşmadılar. Sanki dilleri tutulmuştu. Yıllarca devam etti bu durumları. İlk okulu bitirdiklerinde yine iki kelam olsun söz etmediler. Sadece zaman zaman birbirlerine bir nazar atıp yine işlerine bakıyorlardı.

Kıpırtı vardı içlerinde ama ne olduğunu anlamıyorlardı. Neden ve niçin heyecan duyuyorlardı.. Buna da anlam veremiyorlardı. Her derde derman gördükleri öğretmene baş vurdu delikanlı… Anlattı derdini, öğretmen gülümsedi, olur böyle şeyler, bunun ne olduğunu anlarsın, korkulacak bir şey değil diyerek başını okşadı öğrencisinin.

Çok geçmedi birkaç gün sonra da kız öğrenci öğretmene derdini anlattı sıkıla sıkıla. Bir hastalığı olmadığı, başının ağrıdığını, zaman zaman kalbinin kıpır kıpır ettiğini, heyecan duyduğunu anlatırken öğretmeninin yüzüne bile bakamıyordu. Öğretmen sarıldı öğrencisine kendine çekti, olur böyle şeyler, telaşlanma diyerek rahatlattı öğrencisini.

Köyde ortaokul yoktu, kasabadaki okula gideceklerdi. Köyden beş altı kişiydiler, bir minibüsle gidiyorlardı. Minibüs iki köyden aldığı öğrencileri okula götürüyor, akşamları da köylerine bırakıyordu. Üç yıl devam etti bu gidiş gelişler. Günler, haftalar, aylar geçti, birçok bayramı arkada bıraktılar. Bir kez olsun iki söz edip birbirlerinin hatırını bile sormadılar, bu cesareti gösteremediler. Sanki hiç tanışıklıkları yoktu, sanki tümden yabancı idiler.

Ortaokulu başarı ile bitirdiler. Artık lise yılları başlayacaktı. Ailesi kızın okumasını istemiyordu… Evin işlerini kim yapacaktı? Koyunları kim otlatacak, ev işlerini kim yapacaktı? Lise kayıt günleri geldiğinde oğlan kaydını yaptırdı. Kız ise yaptırmak için annesinden yardım istedi. Annesi “Baban, baban ne der kızım?” diye sordu. Ses vermedi kızı. Annesi üsteledi, kız “okumak istiyorum” diyerek kalktı annesinin yanından. Akşam olmadan teyzesine gitti. Durumunu anlattı ve yardımcı olmalarını istedi. Teyzesi “kasabadaki teyzenle konuşayım benim yanımda kalır, okulunu okur derse mesele yok, orada kalır liseyi de okunsun, ben annen ve babanla konuşurum” dedi. Çok sevindi kız. O akşam orada kaldı. Her şey olumlu gelişti, teyzesi gerekeni yaptı ve liseye kaydı yapıldı.

Okumak ve öğretmen olmak en büyük ideali idi çocuğun, okulu bitirmesine sevinen babası, oğlunun kendisine tarla, bahçe ve hayvanların korunmasında yardımcı olacağı düşüncesiyle seviniyordu. Ama hiç de öyle olmuyor ve delikanlı babasına “ben okuyup öğretmen olacağım” diyordu. Babası “ben yaşlandım, annen öteden beri hasta, eve kim yardımcı olacak. Eğer ısrar edersen, bas git buradan” diye sitemde bulundu. Oğlan başını yere eğdi, babasına yanıt vermemek için direndi ise de yapamadı, ayağa kalktı ve “öğretmen olmak istiyorum, okuyacağım” dedi utanarak. Babası kısa kesti “gözüme görünme”, bir hışımla evden çıkıp gitti.

Okullar açıldı, öğrenciler sınıflara alındılar kız bir türlü aradığını bulamamanın sıkıntısı içinde sağa sola bakınıp durdu. Bir iki hafta özlemle bakışması, sağa sola göz atması sonuç vermedi, delikanlı yoktu… Kendini yalnız hissediyordu.

Delikanlı kasabada kalmadı, cebindeki üç beş kuruşu ile İstanbul’un yolunu tuttu. Bir iş buldu kendisine. Yetecek kadar kazanıyordu. Zamanla çalıştığı yerin sahibine okumak istediğini söyledi. Yardımcı oldular ve liseyi kaydı yapıldı.

Aradan yıllar geçti… Zaman hızla ilerliyordu. İki genç hayata küsmüş gibiydi. Zaman oldu kız liseyi bitirdi. Üniversite kayıt oldu. Hayli çalışkandı, yararını gördü ve mezun olarak bir bankada memur olarak iş hayatına atıldı. Delikanlı da liseyi bitirdikten sonra, üniversite okudu ve edebiyat fakültesini bitirerek öğretmen olmayı başardı ve tayini Anadolu’ya çıktı.

Yıllar yılları geçti delikanlı emekli oldu. Aynı şekilde kız da yıllar yılı çalışarak banka müdürü olarak çalışma hayatını noktaladı. Artık ikisi de ayrı ayrı yerlerde tek başına idiler.

İstanbul büyük bir kent, dünya kenti sayılan bir büyük şehir. Burada kaybolmamak demek, gerçekten yaşam demekti. Delikanlı da kız da İstanbul’da idiler ve yaşıyorlardı. İkisi de bekârdı, ikisi de evlenmemişlerdi. Kayıp günlerin özlemini çekiyorlar gibiydi. Neden konuşamadık, neden bir ar aya gelemedik der gibiydiler.

İstanbul’un en kalabalık yeri Beyoğlu idi… Bir gün delikanlı kendisini Beyoğlu’na attı, Tünele doğru yürümeye başladı… Galatasaray Lisesi önüne geldiğinde bir çift gözün üzerinde olduğunu gördü. O idi… Yani özlediği, beklediği, yıllardan beri özlemini çektiği kızdı. Biraz daha ilerlediler iki göz çakıştı ve karşı karşıya geldiler. Beklenmedik bir şey oldu, ikisi birden ellerini uzattı, tokalaştılar… İkisinin gözlerinden iri yaşlar boşandı. Tek kelime etmediler. Yan yana yürümeye başladılar. Delikanlı bir şey arar gibiydi, sağa sola bakıyordu. Nihayet bir reklam kâğıdı gördü, rüzgârla savrulan. Yere düşünce kâğıdı eğilip aldı ve “görüştüğümüze çok şükür” diye yazıp gösterdi. Kız kâğıdı elinden alıp, “vaktimiz geldi” diye yazdı.

Artık dilleri açılmış konuşuyorlardı. Son görüştüklerinde ellerinde davetiye vardı ve Büyük Postaneden köye gönderiyorlardı. İki davetiye biri delikanlının ailesine, diğeri kızın ailesine. Davetiye de “Düğünümüze Gelin” diye yazıyordu.

İbrahim Balcı

01.05.2022

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)