Ön yargılarınızı bir kenara bırakın ve yaz sıcakları bastırmadan bir İran gezisi yapın. Özellikle portakal çiçeklerinin açmaya başladığı Nisan ayı ortalarında Şiraz’a gidin. O güzelim sarayların havuzlu bahçelerinde portakal çiçeği kokuları arasında dolaşacaksınız, Hafız’ın Kabri olan bahçede gençleri birbirine şiir okurken resmedeceksiniz. Benim katıldığım tur şirketi her yıl bu ayda yapıyor İran gezisini.
Meşed, Şiraz, Persepolis, Pazargad, Zerdüştler şehri Yazd, Nayin (Narin), İsfahan, Kuşan, Kum, Tahran, Kazvin, Zencan, Miyana, Tebriz… Kültür, tarih, sanat, heykel, mozaik, ayna ve seramik deryasında yüzecek, tavan nakışlarında ışıkla dans edecek, olağanüstü akustiklerle tanışacak, İsfahan Kızlar Camisinde gün batarken yansıyan ışıkla tavanda oluşan sedef tavus kuşundan gözünüzü ayıramayacak, Zencan’da Hz.Ali için yapılmış dünyanın en yüksek 3.kubbesi Sultaniye’deki geometriye aklınız takılacak, Kazvin Mavi Cami’de kobalt rengi seramiklere neden Türk Mavisi (Lacivert) denildiğini düşünecek, onca depremden, İskender’in Timur’un ve Cengiz Han’ın saldırılarından ayakta kalabilmiş bu eserlerin pek çoğuna UNESCO tarafından koruma kararı alındığını öğreneceksiniz. Evet, İran UNESCO tarafından korumaya alınmış en fazla tarihi esere sahip olan bir Oğuzlu ülkesidir.
Ayna sanatının nasıl bir şey olduğunu burada göreceksiniz. Işık-Oğuz kültürünün sembolüdür. Ulu Camileri, türbeleri ve sarayları bir de ayna sanatını görmek için gezin. Işığı her yönde çoğaltarak gönderen bu aynalı tavan işlemelerinin bir yararı da içeriye sinek girmiyor. Işığı çerağ gibi çoğaltarak yansıtan bu sanattan adını almış Şiraz, rehberimiz dedi.
Bilimin ve sanatın, özellikle söz sanatı şiirin ışığını çoğaltarak yayan ünlüleri de çok. Şiraz’ın ulu anası Artemis’in tasvirlerinde de elinde bir ayna görürüz. Ayna, İran tarihinde önemli bir ışık kültürü sembolü olarak çıkıyor karşımıza. Azeri Türkçesiyle Kuruş diyor Aydın, Farsçası Kuroş. Kuruş’un sembolü Kuş Adam, Zerdüşt sembolü ve bu sembolün Farsçası “Fer Ve Har”, yani, Türkçe düşündüğümüzde “Işık ve Ateş” diyor; işte anlambilimde buluştuk! Ateşe tapanlar diye batılılar çevirmiş, hayır öyle değil, Işık ve Isı (ateş) kaynağımız Güneş’i tasvir ediyor. Kuş Adam üç daireyle de üç kuralı belirlemiş; İyilikle düşün, İyilikle konuş, İyilikle davran!
Şehirlerde akşam 18.00 de başlıyor çarşı pazar. Şiraz halkı gün boyu İrem Bahçesinde geziniyor, Şiraz Üniversitesine ait korumaya alınmış çok büyük bir botanik bahçesi var. Tulum zurna satın aldığım müzik mağazası da bu semtte. Şehrin merkezinde bir başka kültür ortamı yaşıyor insanlar, örneğin gençler Hafız’ın kabrinde birbirlerine şiir okuyorlar. Bir şiir de ben okudum onlara; Yahya Kemal’in “Hafız’ın Kabri olan bu bahçede bir gül varmış, Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle…”
Bütün şehirlerde kadınlar genç kızlar gece yarılarına kadar sokaktalar, alışverişteler. Tahmin ediyorum başka hiçbir ülkede kadınları ve çocukları bu kadar güvende dolaşırken göremezsiniz. İster istemez ülkemizle de kıyaslıyoruz. Kıyaslamayı kıyafet üzerinden yapan önyargılı gezginlerimiz bile önceliğin insanın can güvenliğinde olduğunu görünce yanıldıklarını teslim etmek zorunda kaldılar. Gezi için satın aldıkları kara örtüleri kullanmadılar bile, boyunlarına düşen bir yemeniyle örtünme işini hallettiler.
Gündüzleri daha çok müze gezdik. Gittiğimiz müzelerde okullarla karşılaşıyorduk. Gerçekten çok kültürlü yetiştiriyorlar çocuklarını. Dil derseniz, üç dil öğretiyorlar, Arapça ve İngilizceyi ilkokulda öğrenmeye başlıyorlar. Müzelerde öğrenciler de bize ilgi gösteriyordu. Bir bayan Tarih öğretmeni sınıfını getirmiş İran tarih haritasının önünde ders işliyordu. Tarih şeridinde Farsçasının altında ALAB ASALAN SOLTAN okudum. Bildiğimiz Sultan Alp Arslan yazıyordu.
Kaçari Sarayının 20 sütunu var, ama havuzdaki akisleri nedeniyle “40 sütunlu saray” diye anılıyor. Bahçesinde Güzel Sanatlar Fakültesinin kız öğrencileri ile karşılaştık. Başlarında bayan öğretmen, 40 sütunlu sarayın karakalem resmini yaptırıyordu. Bu turun kültür tarih gezilerini başlatan ressam öğretmen Prof.Hasan Pekmezci ve eşi Şükran Pekmezci ile tanıştılar. Turumuzun ünlülerinden heykeltıraş (mücessemesaz) Metin Yurdanur ve eşi ressam Eser Yurdanur’u da yanlarına alarak hep birlikte fotoğraf çektirdiler. Burada gördüğümüz Kaçari Sarayı 600 yıl Safevi devletinin başkanlık sarayı idi. Sarayın tüm duvarları boydan boya kadınlı erkekli zevk-u sefanın tablolarıyla doluydu. Bu devrin nasıl sona erdiğini tahmin etmek zor değil. Dış duvarda sultanın Frenk giysili tablosunu gördüğünüzde bu iktidarın Fransızlarla içli dışlı olmaya başladıklarında sonlarının geldiğini anlıyorsunuz.
Gezdikçe rastladığınız şair heykellerine ve şair türbelerine şaşarsınız,. Hafız’ı bin yıldır yaşatan bir kültür karşısında şapka çıkartırsınız.
İlk uğrağınız Horasan Meşed’de, bir sanat eseri olan İmam Rıza Camisidir. Tavanındaki aynalı nakışlarıyla, görkemli kubbeleriyle başınız hep yukarıda dolaşırsınız, başınıza girişte örtülen uzun örtü o yüzden kaymaya başlar ve saçınız göründüğünde bir kadın görevli sizi uyarır. Oradan ikinci durak Firdevsi’nin muhteşem türbesine gidersiniz, edebiyat dersini burada Firdevsi’nin kabri başında yapan öğrencilere rastlarsınız. Mezar taşında yazılı olan beyitleri okuyarak başlar ders, sonra duvarlarda şiirdeki kahramanları canlandıran heykel tablolar görürsünüz. Anlarsınız ki şiirin heykelle bütünleştiği bir mekan olarak da türbe bir Müslüman ülkede yapılabiliyor. Türbenin en tepesinde ise Avesta (Oğuzata) Kuş Adam kanatlarını açmış Firdevsi’yi kucaklıyor; çünkü o, İran tarihinin en büyük atasını destanlaştırarak anlatmış.
Seramiklerinden çinilerine, altın işlemelerinden ahşap işçiliklerine, ayna işçiliğinden soğuk hava depolarına, rüzgâr kulelerinden suyu soğutan yer altı havuzlarına kadar bir kültür sanat ve tarih denizinde bulursunuz kendinizi. Lacivert kobalt renginde tavan seramiklerini anlatırken rehberinizden duyarsınız bu rengin adının Türk Mavisi olduğunu. Bu renkte seramikle yapılmış bu yükseklikte kubbe dünyada bir başka yerde göremezsiniz. Turkuaz dedikleri bu değildir. İngilizcesini söylerken “dark blue / koyu mavi” ile ifade ediyor, ki bu da Türk Mavisi renginin tam karşılığı gelmiyor.
İran’ın eğitim-bilim ve sanat dili devlet dili olan Farsçadır, fakat bütün şehirlerde insanlarla Türkçe konuşabiliyorsunuz. Hele Türk olduğunuzu anladıklarına dilleri çözülüyor. Bir de Tatlıses’den bir “Mavi mavi masmavi” diye başlıyorlar. Yeni yetmeler belli ki Türk dizileri izlemiş, birinin adını söylüyor. Birisi “… Suçu ne” dizisini izlemiş, itiraz ediyorum, annesi beni onaylıyor “ Evet o yahşi değildir” diyor.
Sokaklar tertemiz, oteller tertemiz, tuvaletler her yerde bedava ve pırıl pırıl. Tebrizli rehberimiz bizi çeşme suyu şişe suyundan daha temizdir diye uyarıyor.
Rehberimiz Tebrizli Aydın, 29 yaşında makine mühendisi, yakışıklı ve bekârdı. Ona burada çalışma şartlarını, nasıl evleniliyor ve neden hala bekâr olduğunu sorduk. Özetin özeti, kendi düzeyinde bir kızla evlenmek için “mihr” denilen yüksek bedeli biriktirmesi ve araba modelini yükseltmesi lazım. İran’ın yerli arabası var, çok ucuz, ama bu en alt seviyede kalıyormuş.
Kendisi gibi Tebriz Teknik Üniversitesinden mezun iyi bir mühendisin yıllık 50 gün kadar yıllık izni var. Yıllık izninde böyle turlarda rehberlik yapmak gibi ek işlerde çalışması mümkün, ya da aynı iş yerinde fazla mesai yaparak ek ücret alması da mümkün. Boşandığı takdirde kadına ödenen “mihr” parası var. Başlıktan farklı, ailesine değil doğrudan kadına veriliyor. Bunun, İran’da kadını koruma geleneğinden geldiğini söylüyor.
Bence de İran, analar diyarı anlamında Er-ana ülkesidir, onlar da ERAN diye okuyorlar. Rehberimizin anlattıkları bununla örtüşüyor. Geçici beraberliklerin resmileştirilmesi bundan kaynaklıdır, diyor; kadın birisiyle beraber olduğu zaman hamile kalırsa kimden olduğu belli olsun, adam koyup kaçamasın diyedir, diyor.
İran’ın Horasan bölgesinde, Meşed şehrinde İmam Rıza Camisini ve Kum şehrinde Hz.Fatıma’nın ve İmam Rıza’nın kızkardeşi Mensube’nin türbelerini ziyaret edenler yarı hacı kabul ediliyor. İran Şii inanışına göre bizim grupta 24 kişi hepimiz şimdi Meşedi ve Kum hacısıyız. İstanbul’dan Meşed’e hacı olmaya gelenler bile vardı.
Günde ortalama on kilometre yürüyorduk. Yüzüme gölge yapsın diye başımda şapka vardı, tülbetten şal başımdayken üzerine takıyordum. Tülbent kayıp omuzlarıma düştüğünde de sorun olmadı. Sadece camilere girdiğimizde örtünün kaymaması gerekiyordu. Şapkamın bir yanına işlenmiş küçük bir Türk Bayrağı vardı, onu fark eden birçok İranlı benden şapkayı hatıra almak istedi. Kuşan’da “Aksaray’daki caminin çinilerini ben yaptım” diyen bir ustaya rastladım, o da şapkamı istedi, vermedim, İran görmüş bir şapkayı ben de hatıra saklayacaktım.
Bu gezide ben asıl Kuruş’un, Semiramis’in ve Artemis’in peşindeydim. Kuruş’un başkentinde, bugünkü Şiraz’da, bir tulum zurna bulacağımı biliyor ve satın almak istiyordum. Bu dileğim gerçekleşti. Hem de Kacari Türklerinin düğünlerinde bunu çalan bir mağazadan aldım. Tıpkı bizim Çamlıhemşin’deki gibi “Oy nani Koçari” söyleyip horon oynuyorlar. Bizde olmayan sözlerine bile rastladım.
Hatta buradaki Kürtlerin bu havayla Kürt halayı oynadıklarını söyledi; Türkçe türküyle Kürt halayı oynamak, kaç bin yıllık kardeşliğin ispatıdır!
İsfahan’da bir sarayın en üst katında bir Müzik Odasına çıktık, Kacar hanedanı zamanında yapılmış bu kulenin odalarında muhteşem akustik vardı, bunun için oradaydık. Buraya girerken görevliye selam vermek için “Oy nani Koçari” dedim, o bana türkünün başka sözleriyle cevap verdi, yazdım.
Ayus duyus ne fayda (Oy nani Koçari)
Oğlan duyi ne fayda (Oy nani Koçari)
Kız oğlanı seversa (Oy nani Koçari)
Elin sözi ne fayda (Oy nani Koçari)
Koçari kimin yarı (Oy milli Koçari)
Koçari menim yarım (Oy nani Koçari)
Koçari’dan geçemem (Oy milli Koçari)
Koçari’suz edemem (Oy nani Koçari)
Şiraz’ın Kaçari köylerinde okçuluk önemli bir spor olarak devam ediyormuş. Türkiye’den buraya okçuluk kampına gelenler olduğunu o kampa bizzat katılan bir beyden öğrendim. O da bu kamplarda Türkçe konuşulduğundan söz etti. Şaşırmadım, çünkü ben de gezdiğimiz bütün şehirlerde halkla Azeri, Türkmen veya Kaçari şivesiyle konuşabildim.
Az gayret etsem Farsçayı orda öğrenecektim. Çarşıda Kuruş heykeli ararken gruptan koptum, elimdeki ağır heykelle gruba yetişmek yerine otele dönmek istedim ve tur liderimize telefon etmek için kulübe aradım, bozuktu, uğraşırken beni görüp yanıma gelen satıcı Farsça “harabe harabe” dedi. Anlıyorsunuz, Farsça ile Türkçe bu kadar iç içe iki dildir.
Aslında Farsça konuşmak için değil de, Mevlana’yı, Firdevsi’yi ve Hafız’ı yazdığı dilden okumak için Farsça öğrenmek lazım. O şairler ki, hepsi de Türk asıllı oldukları halde, ortak devlet dili yani bilim, sanat ve edebiyat dili Farsça olduğu için bu dille yazdılar.
Tahran’da gittiğimiz bir müzede Firdevsi’nin (Farsça Ferdovsi) İngilizce’ye çevrilmiş Şehname destanına rastladım, hemen satın aldım. Sayfalarını çevirirken FERİDUN bölümü dikkatimi çekti. Bu bölümde anlatılan efsane benim için önemliydi, çünkü İran Şahı 1930’da Ankara’ya geleceği zaman Atatürk bu bölümü besteci Ahmet Adnan Saygun’dan opera olarak bestelemesini rica etmiş, o da üç ay içinde bestelemiş ve eserin adını ÖZSOY Operası koymuş, Ankara Operet Sahnesinde misafir Şah ve Atatürk’le birlikte Türk devlet protokolü için sahnelenmişti.
Bu yaşanmış sanat olayını yıllarca her On Kasım haftasında bütün öğrencilerime anlatmıştım. Tahran’da karşıma gerçek öykü çıktı. Çok heyecanlandım, anladım ki Atatürk bu destanı Farsçasından okumuş, biliyordu. Farsçası Faredun, Türklerle Farsların ortak atası Oğuz beyi Büyük Kuruş’un destandaki adıydı. Şimdi daha çok yeni, 29 Ekim MÖ.535’de altın silindir üzerine ilk insan hakları bildirisini yazdığı için BM tarafından 29 Ekim Dünya Kuruş Günü ilan edildi.
Gezi grubumuz Kuruş’un bizim de ata dedemiz olduğunu henüz bilmiyordu, Persepolis’e gittiğimizde Akmenid İmparatorluğunun sınırlarını gördüklerinde öğrendiler. Artemis’in babasıydı Kuruş. Baştan bunları anlattığım için gezide tepki de almıştım. Artemis Yunanlı değildir diye on yıldan beri anlatıyorum ve ilk söyleyen de ben değilim. Bence hiç Halikarnas Balıkçısı okumamış olanlar İran tarih gezisine katılmamalı.
Şah’ın Atatürk’le birlikte çekilmiş fotoğraflarından tanıdığımız başındaki beyaz tüylü tacı Tahran Müzesinde gördüm. Kraliçe Ferah Diba’nın ve Süreyya’nın giydiği taçlar da oradaydı. Biz o kraliçeleri Hayat Mecmuasının kapağında görürdük. Rıza Pehlevi devrildiğinde kraliçe bu taçları yurt dışına çıkartamadı, çünkü meclis kararıyla bunlar devlet malı olarak tescillenmişti.
…
(devamı var)
13.5.2015
Mahiye Morgül
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)