Rize’de üçüncü günümüz çok yoğun geçecek. Program öyle
hazırlanmış. Hayırlısı gezeceğiz ve göreceği. İnşallah bir terslik
olmaz.
Müftü Yusuf Karaali Yüksek İhtisas Merkezi’nden erken
ayrıldık. Yola revan olmadan Eşimin hatırlatması üzerine merkezin
yanındaki otopark’ın bitişiğindeki bir mezara uğradık. Mezar taşından
merhumun ismini okuduk Emrullah Bal… Yanında birkaç mezar daha var… Bu
kişi, 1950’li yıllarda eşimin ailesine çok yardım etmiş. Eşim “Onu
unutamam, Rize’ye her gidişimde Dağsu’ya giderken minibüs şoförüne
rica ederim, durur bende üç ihlas bir Fatiha okuyarak onları şükranla
yad ederim” der. Biz de isteği üzerine mezarı başında durduk ve Ahmet
Bekaroğlu’nun okuduğu Kur’an-ı Kerim ve takiben yaptığı dua ile eşimin
isteğini yerine getirdik. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet
olsun.
Yolumuz Rize Liman lokantası. Bu lokantanın kavurması çok
ünlü! Rize’ye giderken çok kişi “Aman Liman Lokantasından kavurma
yemeden gelmeyin” diye çok ikaz etti. Daha önce yemiştim ne olduğunu
biliyordum. O nedenle arzu dolu olarak gittik. Lokanta sahibi sanki
İstanbul’dan geldiğimizi anlamış gibi kapıda karşıladı bizi. İki
garson birden gelip ilgilendi ve gösterilen yere oturduk. Söyledik
kavurmalarımızı… Birer porsiyon kavurma geldi, İstanbul’da iki
porsiyon rahat olur. O kadar bol kepçe. Zevkle yedik, müthiş lezzetli.
Etin bu kadar rahat çiğnenir olması dikkatimi çekti. Yapan ustanın
ellerine sağlık…
Mehmet kiraladığı arabayı aldı ve yola çıktık. Portakallık
Mahallesi, Çayeli, Fırtına Vadisi, Çamlı Hemşin, Zilkale, Palovit
Şelalesi, Ayder ve Ayder Şelalesi…
Portakallık mahallesinden Emine’yi aldık. Yola revan
olduk. Çayeli’nde mola vermeden yola devam ettik. Fırtına deresini
takip ederek ilerledik. Çamlıhemşin’in içinden geçtik. Çok şirin bir
yer. Yolun sol tarafı Fırtına deresi ile adeta kol kala. Binalar öyle
inşa edilmiş. Her halde Çamlıhemşin’in tek caddesi! Sağlı sollu
bakımlı binalar. Çok düzenli bir cadde! Binalar hep aynı hizada.
Sokaklarda fazla insan yok. Malum pek çok yerde son çay toplanıyor,
herkes bağında bahçesinde. Çaylıklar arasında pek çok kadın ve erkeğe
rastlamak mümkün. Artık sırtta taşınmıyor çaylar çuvallarla. Hemen
hemen herkesin bir teleferiği var. Toplanan çaylar çuvallara konuyor,
çuvalın ağzı kapatıldıktan sonra teleferikle sokağa indiriliyor,
buradan da vasıtalarla çay alım yerine getiriliyor. Bu yılda geçen
yıllar gibi gayri memnun çay üreticileri. Zira devletin verdiği fiyat
neyse tatmin etmese de kabul ediliyor ama fırsat bu fırsattır diyen
özel sektörün verdiği fiyata isyan ediyorlar. Eeee ne yapalım
emperyalizmin kuralı bu. Devlet tüm ürünü alacak durumda değil. Zira
öncelikle özel teşebbüsün de yaşatılması lazım, tercih edilen ve
uygulanan bu… Ama ne olursa olsun çay geliri Doğu Karadeniz’in ve
bilhassa Hopa, Pazar, Çayeli, Hemşin, Gündoğdu, Rize’den Trabzona
kadar üreticinin dolaysıyla o yörenin kalkınmada en önemli girdisi…
Gürül gürül akan Fırtına deresini izleye izleye, dere
kenarına kurulan birbirinden güzel tesisleri göre göre ve yamaçlarda
yer alan eksi konakları seyrede seyrede ilerliyoruz. Zilkale’deyiz…
Zilkale Rize kalesinden sonra yöredeki en büyük kale…
Zilkale bölgesi denizden 700 m. Yüksekte. Kale de zeminden 100 metre
yüksekliğe sahip. Görkemli bir yapı! Milli Parkın içindeki kale koruma
altına alınmış. Giriş ücretli ama cep yakacak gibi değil. Herkesin
rahatlıkla girebileceği bir ücret! Kale çok bakımlı, yeni onarılmış,
dalgalanan Türk bayrağı ayrı bir güzellik katıyor kaleye. Zilkale
Çamlıhemsin’in 15 km ilerisinde ve yüksekçe bir tepe üzerinde inşa
edilmiş. Fırtına deresine bir merdivenle inilebiliyor. Kalenin kesin
inşa tarihi bilinmiyor. Bazı kayıtlara göre 4 ve 6 yüzyılda ahşap
olarak yapıldığı, bazı kalıtlarda ahşaptan bahsedilmediği , bazı
kayıtlarda 16 yy. da inşa edildiği belirtilmektedir. Kale sekiz burç
ve gözetleme kulesinden oluşur. Kale 480 m2 bir alan üzerinde
kurulmuş… Ziyaretçilere kale ile ilgili bilgiler 12 başlık altında
verilmiş. En görünür yerde levhalar konulmuş okuyup bilgi aç bir diğer
bölüme geç… Örneğin; Giriş Kapısı, Depo, Sahanlık, Avlu, Muhafız
Odası, İbadethane, Araç Gereç yeri, Kemer Kapı, Yaşam Alanı, Surlar,
Kalede yaşam ve Gözetleme Yeri şeklinde. Sözünü ettiğim bölümlerin
biri hariç hepsini gezdim, bilgilendim. Sadece en üstteki Gözetleme
yerine çıkamadım, çocuklar bırakmadı, malum gençlik (!)… Üstelik
“Üzülürsün” dediler. Zira bizim tarihe düşman vatandaşlarımız
gözetleme alanını pisuvara çevirmişler, telle kapatılmasının nedeni de
buymuş… Doyasıya seyrettik Zilkaye’yi, bakir ormanlığın, ürkütücü
sessizliğine bıraktık kendimizi…
Buraya gelmiş iken Çamlıhemşin’e hayat veren Palovit
Şelalesine gitmemek olur mu? Olmaz tabii. Çok değil 7-8 Km ileride.
Düştük yollara, bu yol biraz arızalı, fazla surat yapılamıyor. Burası
da Milli Park! Korkunç bir güzelliğe sahip! Yeşil renk cümbüşü içinde
ilerlerken derenin hırcın akan suyunun sesi ile kendimize geldik. Park
edip indik arabadan. Şelale karşımızda 20 metreden belki biraz daha
yüksekten akıyor. Su sesi müthiş, inanılır gibi değil! Onlarca yerli
ve yabancı turist yol kenarlarına dizilmiş seyrediyor şelalenin
akışını, Yoldan şelalenin akış yerine inmek için madeni merdivenler
yapılmış. Hemen hemen 80- 90 basamak ben güvenemedim inmeye.
Buradan ayrılırken aklım arkada kalmadı değil. Ne var ki yolumuz uzun,
sırada Ayder var. Bir de korkumuz var: Ya yağmur yağarsa! Yağmurlu
hava bu yükseltide soğuğu da beraberinde getireceği için Ayder
ziyaretimiz sorunlu olabilir… Geri dönüyoruz ve Çamlıhemşin yakınından
Ayder’e doğru ilerliyoruz. Sağımız solumuz yemyeşil, kuş sesleri cıvıl
cıvıl. Hava nefis, yanımızdan arabalarla geçenler hayli fazla. Güle
oynaya Ayder’e varıyoruz. Hayallerim birden bire yerle bir oldu.
Ayder’e yaklaşırken başlayan Komar ağaçları yani Ormangülü bitkisini
göremedik. O koyu yeşil renkli yapraklar ne olmuş. O Renk renk
(kırmızı. pembe, sarı ve beyaz) komar çiçekleri yani Ormangülü
çiçekleri meydanda yok… Neden? Niçin? Sorgulayarak ilerliyoruz.
Nedense ne bir tulum sesi duyuyoruz ne de bir kemençe. Oysa Ayder’e
girişte ortaya çıkan bir kişi üfleyince tuluma çevresi insan dolar ve
yöre oyunlarını oynamaya başlardı. Bunları görememenin ezikliğini
hissettim. Müthiş üzüldüm, bize ne oluyor demekten kendimi alamadım.
Ayder’in tam ortasındayız. Rezillik diz boyu. Şaşkınlık içindeyim.
Ayder kaybolmuş. Ayder yapılaşmaya açılmış. Sol taraftaki büyük yamaç
filizi yeşil bir deniz gibiydi ve üzerinde tarihi sekiz on adet eski,
ahşap ev vardı. Bu evlerden sadece üç tane gördük. Diğerlerinin yerine
kâgir evler yapılmış, geniş çayırlık alana onlarca şemsiye dikilmiş,
altlarına da masalar, sandalyeler konularak alan tahrip edilmiş,
edilmeye de devam ediliyor… İçimden sürekli konuşuyorum, anlarsınız ya
dua etmiyorum. Sağ tarafta yanı, Ayder deresi tarafı daha korkunç,
Girişteki ılıca olarak kullanılan küçük hamam ilavelerle büyüdükçe
büyüdü. Bu hat üzerinde sayısız kulübe, ama ahşap, ama kâgir! Dereyi
görmek nerede ise imkânsız! Ayder şelalesini görebilmek için bile
mücadele etmek gerekiyor. Eğer oradaki çay bahçesine girip sağ tarafa
dere tarafa geçmezseniz şelaleyi de göremezsiniz. Şelale tepelerden
akarak geliyor. Hayli etkileyici fakat eskisi kadar suyu bol değil.
Ama yine de dereye düşüşü muhteşem. Keşke imkân olsaydı da daha
yakından görebilseydik. “Bir an önce dönelim” dedim çocuklara. Daha
önce gördüğüm Ayder’i tanıyamadım, içim cızladı, midem bulandı, bu
alanı bu hale getirenlere rahmet okudum (!)
Dönüşe geçtik. Yine Fırtına deresini izleye izleye, fotoğraf çeke çeke
ilerliyoruz Hele dağların tepelerinde, yamaçlarda o eski ahşap tarihi
evleri görünce hemen çekim yapıyoruz. Evlerin iki yüz, üç yüz hatta
dört yüz beş yüz metre aralarla olması bazen iki üç evin aynı yerde
olmaları (aynı aile bireyleri olacak) dikkatimizi çekiyor. Nihayet
duruyoruz. Oksijeni bolca aldık, çokça da dolaşıp durduk, şimdi yemek
zamanı dedik ve Nahila tesislerinde yemek yemeğe karar verdik. Tesis
sahibinin inşa ettiği tahta asmalı köprüden geçerek Nahila’ya girdik.
Alabalık yedik. Nefisti doğrusu…
Dönüş Rize’ye. Akşam olmadan kaldığımız mekâna gittik. Biraz kendimize
çeki düzen verdikten sonra tekrar Rize merkeze iniş yaptık. Çünkü
Beşiktaş-Fenerbahçe lig maçı var. Seyretmeden olur mu? Belediye
parkında bir kafede ayrılan yere oturduk. Maşallah yüzlerce insan
sıralandı. Hemen hemen üç yüz beklide daha fazla kişi vardı. Onar lira
vererek maçı izledik. Biraz ahkâm keseyim bari… İlk yarı Fenerbahçe
daha etkili göründü ama golü Beşiktaş buldu. Oyuna da hâkim oldu ve
maçı bu şekilde götürürken Şenol Güneş’in beklenmedik hatası maçı
beraberliğe getirdi. Arkadaş 1-0 galipsin, iyi de oynuyorsun neden
adam değiştirirsin ki. Hadi değiştirdin Lens iyi oynuyordu onu neden
değiştirdin. Larin gibi tecrübesiz ve ağır bir adamı neden oyuna
alırsın ki. Neden skoru korumak için her zamanki hatayı tekrarlar
Necip’i oyuna alırsın ki… Şenol hoca bu hataları bu sezon çok yapıyor.
Galiba beni kovsunlar bende tazminat alayım diye düşünüyordur. Belki
yanılıyorum, bilemem ki!
Dönüş için gereken hazırlıkları yaptık. Sabah erkenden kalkıp yola
çıktık. Portakallık mahallesinden Emine’yi aldık. Yüksel ile eşi
Hüsniye hanıma teşekkür ettik. Çarşıya gelip arabayı teslim ettik.
Trabzon yolculuğumuz başladı. Hava Alanına gelince kızımız/kardeyimiz
Sevil Akyüz gelip aldı bizi. Ev sahibesi olarak nefis bir kahvaltı
hazırlamış, Emine söz vermiş gitmemiz farz oldu. Ahmet Bekaroğlu
işlerini tamamlamak için Trabzon’a merkeze gitti. Kahvaltı sonrasında
sağ olsun Sevil Hanım kendi aracı ile bizi Trabzon Havalimanına
bıraktı. Peşi sıra yer aldık uçakta ve başladı yolculuk.
Rahat bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardık ve kendimizi soğuğun
içinde bulduk.
YAZAN İbrahim Balcı
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)