Bodrum – İstanbul arasında mekik dokuyan yazar Mine Söğüt’le yeni kitabı ‘Alayına İsyan’ı, koronavirüsü ve Güney Ege’deki son durumu sorduk. Her zamanki gibi çarpıcı cümleleriyle anlattı. BERNA ABİK
Yazılarının ve romanlarının sıkı takipçisi olup kendisiyle henüz tanışmadıysanız, o gün geldiğinde kafanızda hayal ettiğiniz sert kadın imajının bir anda altüst olacağından emin olabilirsiniz. Zira yumuşacık sesi ve güler yüzünü gördükten sonra, insanın yüzüne tokat gibi çarpan metinlerin ondan nasıl çıktığına şaşırıyor insan. Vaktiyle eve imzalı bir Mine Söğüt kitabı ile döneceğimi düşünürken imza yerine, yanlışlıkla rastalı saçlarından bir tutam almışlığım da vardır. İlerde çok para edeceğinden eminim…
‘Alayına İsyan’ kitabında gazete yazılarını toplama fikri nasıl ortaya çıktı? Yazılarının arasından seçim yaparken nelere dikkat ettin?
Aslında gazete yazılarının bu çağda kitaplaştırılması özel bir konsept olmadıkça çok anlamlı değil. Sanal ortamda zaten hepsine her zaman ulaşmak mümkün. Ancak belli konulara odaklanmış yazıları bir araya getirmek anlamlı olabilir diye düşünüyordum ve o yüzden yıllardır bu işe mesafeli duruyordum. ‘Alayına İsyan’ o yüzden tam bir gazete yazıları kitabı değil. Yedi yıldır Cumhuriyet’te yazdığım yazıların özünü oluşturan ve okuru düşünmeye, şüphe duymaya, sorgulamaya, tartışmaya davet eden, aykırı fikirlerin çarpıcı cümlelerini derlediğim bir deneme. Yani bu aslında yedi yılda yazılan ve son bir yılda da damıtılarak temel meselelere odaklanan bir kitap.
Okuyucular kitapta nelere dair isyanlar bulacaklar?
Öncelikle tabulara, devletten aileye ya da aileden devlete uzanan iktidar algısına, ahlaka, savaşa, şiddete, adaletsizliğe… Yani gerçekten alayına.
İlk gazete yazıların ve romanlarınla şimdikiler arasında ne gibi bir fark görüyorsun?
Ben gazetede yazmaya başladıktan birkaç hafta sonra Gezi patladı. O yüzden, yedi yılda ülkede yükselen asabiyetin grafiği ilk ve son yazılarım arasındaki farka olduğu gibi yansıyor sanırım. Romanlar ve hikâyeler için de aynısı söylenebilir belki. Bu süreçte ülkenin başına gelenlere gözünü diken ve hayatı o noktadan sorgulayarak yazan biri olduğum için karakterler de kullandığım dil de gittikçe sivrileşti gibi. Hoş, ilk yazdığım metinler de hiç uysal metinler değildi ama yine de son yazdıklarımla karşılaştırılacak olurlarsa öfkenin ve itirazın dozunun arttığı görülebilir.
OKURUN HAYAL ETTİĞİ BEN DAHA SORUNLU, İÇE KAPANIK BİR KARAKTER
Ekşi Sözlük’te bir okuyucun “Yazarımızın dili öyle güzel ki sanki en sevdiğin insanın dizine başını koymuş da masal dinliyormuş gibi hissediyorsun” diyor. Sen edebiyatını nasıl tanımlıyorsun?
Evet, bir masal gibi ama korkunç bir masal. Konuşurken de yazarken de çok sert meseleleri yumuşak bir tonda anlatabiliyorum. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi emin değilim. Ama bildiğim dil ve sahip olduğum frekans bu. Algım da öyle. Etrafımdaki tüm kötü şeyleri çok net, hiç çarpıtmadan, yumuşatmadan, kendimi kandırmadan, yatıştırmadan son derece gerçekçi bir şekilde görebilirim. Ama her şeyi önce anlamaya çalıştığım ve o süreçte korku ya da panikten çok uzak durduğum için hep yumuşak tepkiler veririm. Sanırım bu edebiyata, yazıya da yansıyan bir ton.
Okurların seninle tanıştıktan sonra şaşırdıkları bir durum var mı?
Okurun hayal ettiği yazar galiba daha sorunlu, daha içe kapanık, hatta biraz travmatik bir karakter. Yazıklarımın kendi hayatımdan ya da kişiliğimden izler taşımadığını bazen açıklamam gerekiyor. Otobiyografik metinler yazmadığımı sık sık anlatmak zorunda kalıyorum. Yazdıklarım, kendi deneyimlediğim hayatın hikâyeleri değil ama hepimizin tanık olduğu bir hayat. Yaşadığımız coğrafyanın ve çağın hikayeleri. Kendi hayatımın travmatik olmayışı, çevremde olanları görmeme engel değil. Aksine, nispeten daha sağlıklı bir yerden baktığınızda dünyanın nasıl hastalandığını çok daha derinden görebilirsiniz.
Bodrum’dasın şu sıralar. Karantina günleri nasıl geçiyor, neler yapıyorsun evde?
Bizim ev pek ‘ev’ gibi olmadığı için kapanma duygusu yaşamıyorum. Dağlarda kırlarda uzun yürüyüşler ve şimdiye kadar ihmal edilmiş işleri tamamlamaya çalışmakla geçiyor zaman. Zaten iki gün yazı yazıyorum. Onun dışında üzerinde çalıştığım farklı metinler var. Okunmayı bekleyen kitaplar sırada. Tek sorun arkadaşlarımla sarılamamak. Başkasına dokunamadan yaşamak çok tuhafmış. Ona alışmaya çalışıyorum.
Evde sürekli yan yana olan çiftler için tecrit dönemi nasıl gelişir sence? Kavga gürültü, ayrılıklar olur mu, yoksa ilişkiler kuvvetlenir mi?
Biz 30 yıldır dip dibe yaşayan bir çift olduğumuz için buna kendi özelimden yola çıkarak cevap vermem çok zor. İkimiz de hep evde çalıştık. Ve dar alanda ayrı dünyalar kurmayı ve yan yanayken bile birbirimizi özlemeyi en baştan beri çok güzel becerdik. Bu büyük tecritte de bu deneyimin meyvesini yiyoruz. Yine de istisnalar kaideleri bozmaz. Genelde evlilik ya da beraberlikler bu tür olağanüstü dönemlerde çok sert yüzleşmelerin yaşanabileceği tehlikeli virajlara girebilir. Aile kurmak ve çocuk sahibi olmak üzerine bambaşka şeyler düşünmeye başlayabilir insanlar.
Şehirdeki son durum nasıl? İnsanlar evlerinde oturuyorlar mı?
Çok değil. Ama şehirlerle kıyaslandığında burada daha az insan ve daha çok boş alan olduğu için birbirlerine fazla temas etmeden dışarı çıkmaları hâlâ mümkün. Yaşlılar biraz daha tedirgin ve dikkatli doğal olarak. Yine de kapanılan evler genelde bahçeli, her yerden gökyüzü görülebiliyor ve bahar fazlasıyla hissediliyor. Bunlar psikolojik olarak belki buradakileri biraz daha yüksek tutuyordur diye düşünüyorum. Ama tabii ki bu şimdilik böyle. Yarın nasıl olur kestirmek mümkün değil.
Edebiyat ve sinema üretimlerinde bu dönemden etkilenecek mi? Sen bununla ilgili bir roman yazmayı düşünüyor musun?
Doğrudan bu dönemle ilgili bir roman yazacağımı sanmam. Ama zaten her metinde insanlığın çıkmazları, zaafları üzerine odaklanan bir yazarım. Bu korkunç salgın deneyiminde sorguladığımız ve daha da sorgulayacağımız temel değerler üzerine yazıp duruyorum. Bundan sonra yazacaklarım ve hatta şu anda yazmakta olduklarım bu tecrübeden nasıl etkilenir bilemem ama yaşananlarla doğal olarak en azından kavramsal bir bağı olması kaçınılmaz.
Okurunun yanıtını gözlediği bir soru: Yeni roman, öykü… Tezgâhta ne var?
Tamamlanmak üzere olan bir roman var. Bitmiş ve sahnelenmeyi bekleyen bir tiyatro oyunu, bir de yazılmakta olan bir başka tiyatro oyunu var. Tabii ki tüm bunlar, koronadan sonra bir ‘hayat’ varsa var.
FOTOĞRAF: MUHSİN AKGÜN
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)