Son Dakika Haberler

Yılmaz Özdil ‘Fosforlu Cevriye’nin hikayesini yazdı:

Yılmaz Özdil ‘Fosforlu Cevriye’nin hikayesini yazdı:
Okunma : Yorum Yap

Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, bugünkü yazısında son günlerin siyaset gündemlerinden biri olan “Fosforlu Meral” yakıştırmasını ve “Fosforlu Cevriye”nin hikayesini yazdı.

Özdil’in “Fosforlu Cevriye” başlıklı yazısı şöyle:

Suat…

1901 yılında, Çamlıca’da büyük bir konakta dünyaya geldi.

Osmanlı aydını ailede yetişti.

Dedesi paşaydı.

Çünkü, ailenin ilk bebeği kızdı, ikincisinin erkek olmasını bekliyorlardı, o sebeple Suat ismini hazırlamışlardı, ikinci de kız doğunca, Hatice’yi eklemişler, Suat’tan vazgeçmemişlerdi.

Gel gör ki, bütün ailede Suat diye çağrılmasına rağmen, nüfus memurlarını ikna edemediler, erkek ismi olduğu gerekçesiyle kimliğine kaydettiremediler, Hatice Saadet olarak çıkarabildiler.

Yazları Çamlıca’da, kışları Moda’da, özgür bir kız olarak büyüdü.

Varlıklı ailesi sayesinde, evde, özel öğretmenlerden eğitim aldı.

Fransızca, Almanca öğrendi.

Matematik, müzik, felsefe dersleri aldı.

Kitap kurduydu, okuma tutkusu zamanla yazma tutkusuna dönüştü, şiirler, öyküler kaleme almaya başladı.

Nazım Hikmet hem komşuları, hem çocukluk arkadaşıydı, Suat’ın anlatım tarzını çok beğeniyor, onu yüreklendirmek istiyordu, henüz 16 yaşındayken yazdığı “Hezeyan” isimli şiirini Suat’a haber vermeden masasından aldı, Alemdar gazetesinde yayımlattı.

Suat böylece Babıali’ye adım atmış oldu.

Babasına ait daktilonun başından kalkmaz oldu, gece gündüz yazıyor, şiirlerini öykülerini koltuğunun altına koyuyor, vapura atlayıp bizzat giderek, Alemdar’ın sayfalarında yer bulmasını sağlıyordu.

1921’de ilk romanı Kara Kitap basıldı, edebiyat dünyasında büyük ses getirdi, duyguyu okura aktarma kabiliyeti çok etkileyiciydi.

Gazeteci oldu, Alemdar gazetesi adına röportajlar yapmaya başladı, lisan bildiği için Lozan Konferansı’nı takip etti, yurtdışına gönderilen ilk Türk kadın gazetecisi unvanını aldı.

Peşpeşe romanlar üretirken, Alemdar’dan ayrıldı, İkdam gazetesine geçti, kadın sayfası hazırladı, kadın sorunları ve dünyadaki kadın hakları konusunda bilgilendirici, cesaret verici haberler yaptı.

Kaleminin gücü kadar güzelliği de dillere destandı, lacivert gözlü, etrafına ışık saçan bir kadındı, erkekler pervane oluyordu.

Onlardan biri, Nazım Hikmet’ti.

Suat için çıldırıyordu ama, aşkına karşılık bulamıyordu.

Oturdu, özgür ruhlu Suat için “Gölgesi” isimli şiirini yazdı…

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / bir kere eğemedim bu kadının başını / kaç kere sürükledi gururumu ölüme / fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme / ya bu kadın delidir / yahut ben çıldırmışım / hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim / yolda mağrur uzanan gölgesini çiğnedim.

Nazım Hikmet’in kendisi için çaresizce şiir yazması, Suat’ın gururunu okşamanın dışında bir anlam ifade etmiyordu, ilerde gülümseyerek anlatacak, “isteyip de elde edemediği tek kadın bendim” diyecekti.

Aşk için aradığı özellikler farklıydı.

Ama, ruh ikizini bulması pek kolay olmadı.

Üç kez evlendi, üç kez boşandı.

Hep çok kısa sürmüştü.

Mutlu olamadı.

Berlin’e gitti, konservatuar eğitimi almaya başladı, Berlin Üniversitesi edebiyat fakültesine kaydoldu, roman üretmeye devam etti.

Ağzında gümüş kaşıkla doğmuştu ama, sıkıntılı günler kapıdaydı… Osmanlı’nın yıkılışıyla beraber ailesinin maddi durumu altüst olmuştu, konaklar yalılar birer birer satılmış, elde avuçta ne varsa tükenmişti, dara düşmüşlerdi, o sırada babası kanser oldu, tedavi için kızının yanına Berlin’e geldi, orada vefat etti, Berlin’deki müslüman mezarlığına defnedildi.

Suat, annesiyle birlikte Türkiye’ye döndü, bundan böyle hem kendisinin geçimini sağlamak, hem annesine bakmak zorundaydı.

Son Posta, Resimli Ay, Tan gibi sol görüşlü gazetelerde çalışmaya başladı, Tan gazetesindeyken Sovyetler Birliği’ne gitti, dönüşte kaleme aldığı dizi yazıyla “komünist” damgası yedi.

Bu yaftalama nedeniyle gazetelerde artık iş bulamaz olmuştu.

Matbaalar hükümetin tepkisinden korkuyor, romanlarını basmıyordu.

Yeni Edebiyat dergisinde iş buldu, o derginin çatısı altında Sabahattin Ali, Abidin Dino, Orhan Kemal, Attila İlhan’la birlikte çalıştı.

Reşat Fuat’la orada tanıştı.

Mustafa Kemal’in teyzesinin oğluydu.

Annesi, Zübeyde hanım’ın kızkardeşiydi.

Berlin’de kimya mühendisi olmuş, sonra Moskova’ya giderek Lenin Akamedisi’nde okumuştu, Türkiye Komünist Partisi genel sekreteriydi, yasaklıydılar, yeraltında faaliyet gösteriyordu, Yeni Edebiyat dergisinde takma isimle yazılar yazıyordu.

Karakolda işkence gördüğü anlarda bile Mustafa Kemal’in akrabası olduğunu söylemiyordu, idealistti, asla yardım istemiyordu.

Suat nihayet aradığı aşkı bulmuştu.

Bir yıl kadar arkadaşlık ettiler, evlendiler.

Bir yıl sonra tutuklandılar.

Suat hamileydi, bebeğini düşürdü.

Bir daha çocuk sahibi olamayacaktı.

Aranan eşini saklamak suçundan (!) dokuz ay hapis yattı, çıktı.

Reşat’a yedi yıl vermişlerdi.

Suat’ın geçimini sağlamak için tek çaresi yine kalemiydi.

Fosforlu Cevriye’yi o dönemde yazdı.

“Karakolda ayna var / kız kolunda damga var / gözlerinden bellidir Cevriyem / sende kara sevda var” başlıklarıyla dört bölümden oluşuyordu.

Bir sokak kadınının yaşadıkları üzerinden, İstanbul’un arka sokaklarına ittirilen talihsiz hayatları anlatıyordu, raconlarıyla, argosuyla, sefaletiyle, trajedileriyle, toplumun suratına patlayan “sosyal gerçekçilik” tokadı gibiydi.

Henüz bebekken annesini babasını kaybeden, çocuk yaşlarının sahipsizliğiyle sokağa savrulan ve kirli bir hayat sürmek zorunda kalan Cevriye, namus kavramının bacak arasında değil, insanın ruhunda yattığını düşünen, cesur, hırçın, ağzı bozuk ama aslında tertemiz yürekli, güzeller güzeli bir kadındır.

Bir gece hastalanır, cayır cayır ateşle yanarken, köprüaltında bir kayığın içine sığınır, baygın düşer.

Gizemli bir adam Cevriye’yi o haldeyken tesadüfen bulur, kucaklayıp evine götürür, çorba yapar, ilaç verir, iyileşene kadar bakar, merhametle insanlık gösterir.

Kayıkhaneden bozma tek göz evin perdeleri sıkı sıkıya kapalıdır, tek başına yaşayan gizemli adam geceleri sessizce ayrılır, sessizce gelir.

Cevriye karanlık adamlara alışıktır ama, böylesini ilk kez görmüştür, son derece naziktir, sen bile demez, siz diye hitap eder, Cevriye’nin ne iş yaptığını bildiği halde, en ufak bir çirkin talepte bulunmaz, hanımefendi olarak davranır, hep saygılıdır, masası kitaplarla evraklarla doludur, notlar alır, evden giderken o notları yanında götürür, yüksek eğitimli biridir ama, kimdir, asla söylemez, Cevriye’nin meraklı sorularına cevap vermez, hatta ismini bile söylemez.

Cevriye sırılsıklam aşık olur.

İyileştikten sonra evden ayrılmak istemez, “yine gelebilir miyim?” diye sorar, gizemli adam “niçin, ne gerek var” cevabını verir.

Buna rağmen, Cevriye eve gelip gitmeye devam eder, adamı görmeden gün geçiremez haldedir.

Derken bir gün, uyuşturucu iftirasıyla Cevriye’yi hapse atarlar, araya hayli zaman girer, serbest kalıp, koşa koşa eve geldiğinde, gizemli adamın artık orada yaşamadığını görür.

Evde Kerim isminde biri vardır, adamın arkadaşıdır, telaşla evrakları kitapları toplarken bulur.

Meğer, gizemli adam tutuklanmıştır, eğer evindeki evraklar devletin eline geçerse, gizemli adamın idama mahkum edilmesi kaçınılmazdır.

Cevriye’nin yüreğine ateş düşer, ne yapıp edip aşık olduğu adamı kurtarmalıdır.

Kerim’le birlikte evrakları sandala yükleyip açık denize atmak üzere uğraşırlarken, polis basar, Cevriye çılgıncasına kürek çekip uzaklaşmaya çalışırken, yüzüne fener tutulur, sandal devrilir, Cevriye denize düşerken kafasını kayaya çarpar, bayılır, ağır ağır suyun derinikliklerine doğru giderken yakamozlar parlamaktadır.

Fosforlu Cevriye’nin ismini bile söylemeyen o gizemli adamı, aslında… Mustafa Kemal’in teyzeoğlu, Zübeyde hanım’ın kızkardeşinin oğlu, Suat’ın eşi, Reşat Fuat’tan başkası değildi.

Çünkü…

1940’ta polis tarafından aranan Reşat Fuat, Tophane’yle Kuledibi arasında bir gecekonduda saklanmaktaydı, o dönemde gerçekten tenhada baygın halde yatan bir sokak kadını bulmuştu, kadın hastaydı, cayır cayır ateşler içindeydi, kadını kucaklayarak saklandığı eve götürmüş, iyileşinceye kadar bakmıştı, mecburen tedbirli davranarak, meraklı sorularına cevap vermemişti.

Kadın iyileştikten sonra eve gelip gitmeye devam edince, kimliğinin açığa çıkmasından endişe etmiş, adresini değiştirmişti.

Ve, bu yaşadıklarını eşi Suat’a anlatmıştı.

Suat da Fosforlu Cevriye’yi işte bu yaşanmışlık temeli üzerine oturtup, gerisini muhteşem hayal gücüyle örmüştü.

1950’de Demokrat Parti iktidara geldi, af çıkarıldı.

Reşat serbest bırakıldı.

1951’de yine tutuklandı.

Suat’ın dayanacak gücü kalmamıştı.

Paris’e, ablasının yanına gitti.

12 yıl boyunca, 1963’e kadar orada kaldı.

1963’te Reşat bırakıldı.

Suat yurda döndü.

Nihayet çile bitti diye düşünüyorlardı ama, sadece beş yıl huzur içinde yaşayabildiler, Reşat kalp krizi geçirdi, vefat etti.

Suat üretmeye devam etti.

Roman üstüne roman yazdı.

“Komünist” damgası yediği için, “vatan haini” muamelesi gördü, Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olmasına rağmen, basın camiasında sakıncalı kabul edildi, ambargo uygulandı.

Ama, Fosforlu Cevriye bu ambargoyu yıktı geçti.

1959’da filmi çekildi, Neriman Köksal canlandırdı.

1969’da tekrar çekildi, Türkan Şoray canlandırdı.

1972’de tiyatroda sahneye konuldu, Gülriz Sururi canlandırdı.

Suat’ı yok saydılar ama… Fosforlu Cevriye, hem Türk ebediyatında, hem Türk sinemasında, hem Türk tiyatrosunda efsane oldu.

Varlıklı bir ailenin kızı olarak bir eli yağda bir eli balda dünyaya gelen Suat, yoksulları savunduğu için, eşitlikçi görüşleri nedeniyle, hayatı boyunca “suçlu” gibi gözaltında tutuldu, ömrünün son demlerinde telif hakkından gelen üç beş kuruşla boğaz tokluğuna yaşadı.

Dayatmalara direndi.

Görüşlerinden vazgeçmedi.

Tehditlere pabuç bırakmadı.

Paraya pula, asla teslim olmadı.

İnsan onurunu hep önde tuttu.

Şişli’de kirasını zor ödediği, izbe bir evde kalıyordu, bir zamanlar eşi Reşat Fuat’ı sakladığı gibi, devrimci gençleri koruyor kolluyor, saklıyordu, evinde kalan gençlerden biri Deniz Gezmiş’ti.

Sağlık sorunları nedeniyle gözleri görmez olmuştu, yine de yazmaya, üretmeye devam ediyordu.

Kara Kitap, Ne Bir Ses Ne Bir Nefes, Hiçbiri, Ahmet Ferdi, Behire’nin Talipleri, Fatma’nın Günahı, Ben Mi, Buhran Gecesi, Gönül Gibi, Emine, Hiç, Çılgın Gibi, Yalının Gölgesi, Ankara Mahpusu, Fosforlu Cevriye… Müthiş eserler bıraktı.

1972’de vefat etti.

Feriköy mezarlığında, Reşat Fuat’ın yanına toprağa verildi.

Erkek adı taşıyan, tabuları yıkan, cesur bir kadındı.

Yok sayılmaya çalışılan ama, daima varolmayı başaran bir kadındı.

Karalandıkça parıldayan bir kadın.

Yok sayılmaya çalışıldıkça varolmayı başaran, karalandıkça parıldayan değerli Meral Akşener’e, kadın kimliği üzerinden, Fosforlu Cevriye üzerinden saldırılınca… Suat’ı yazmak istedim.

Çünkü “Fosforlu Cevriye” denilen aslında… Mustafa Kemal’in, mübarek annemiz Zübeyde hanım’ın, Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in, Deniz Gezmiş’in, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan sancılı kuşağın özetidir, çalkantılı siyasi tarihimizin, demokrasi mücadelemizin, her dönemde iktidara yalakalık yapan medyamızın kronolojisidir, şahane kadınlar Neriman Köksal’ın Türkan Şoray’ın Gülriz Sururi’nin kadrajında yeraldığı Türkiye fotoğrafıdır.

Ve…

Erkek ismi taşıdığı için doğumundan itibaren ismi bile yok sayılan Suat’ın, ölümünden 50 yıl sonra bile erkek egemen Türkiye’yi hâlâ ne kadar “iyi” gözlemlediğinin, ne kadar “iyi” anlatabildiğinin kanıtıdır.

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)