Sarıyer Beldiyemizin, Sarıyer’in tanıtımı bağlamında bir ‘Sarıyer Belgeseli’ hazırlatıyor. Hem de uzman bir kadroya. Yanlarında da danışman olarak Sayın İbrahim Balcı Bey var. Sayın İbrahim Balcı yönetmen Hülya Hanım ile Rumelikavak’a kadar ille de çayımı içmeye geldiler geçen Cumartesi günü. Ben de kendilerine elbette çay ikram ettim Rumelikavakımız’ın sahildeki çay bahçesinde. Değişik konularda sohbet ettik. Ağustos Ayında da kendileri Ayder Balık Lokantasına gelmiş ve beni de davet etmişlerdi ve yemek yemiş olmama rağmen çaylarını içmeye gitmiştim. O sırada da sohbetimiz olmuştu kendileri ile. Geçen hafta sohbet sırasında Yönetmen Hanım, ‘sizinle de Hoşgörü’ konulu görüntülü çekim yapalım’ diye yazın yaptığı teklifti tekrarladı. Ben bu kameraları hiç sevmem ve hep kaçmışımdır. Hem de popüler kanallardan ve de yoktan yere bahaneler uydurarak. Sevmem dışarıda tanınmayı, kendi kendime kalmak çok mutlu eder beni. Ancak konu Sarıyer ve bir de –ben anlarım- arada İbrahim Balcı Bey varsa nasıl bahane bulabilirim ki? Duydum ki Sayın Belediye Başkanımız da durumu onaylamış. ‘Acaba becerebilir miyim?, sonra saçmalamayayım’ dedim. Ta Beylikdüzü’nde dostum ve bilge öğretmen Süleyman İslam arkadaşımla istişarede bulundum ve ‘kabul etmekle iyi yaptın’ cevabını aldım ve de rahatladım. Dün ani bir telefon geldi İbrahim Balcı Bey’den. ‘Yarın Sarıyer Spor Kulübü Kafeteryası’na gelebilir misin, çekim için?’ diye. Ben de ‘eyvah, hiç de hazırlığım yok ama tamam dedim’. Bugün gittim ki, ne göreyim?. Tamamen profesyonel bir kadro, set oluşturulmuş ve sanırım yirmi kişi civarında. Önce Sami Canel Hocamızla çekim yapıldı. Sonra da benle. Hem spor giyinmemiz, hem de siyah ve beyaz renkler tercih edilmemesi istendi bizden. Kırmızı ve mavi giyinebilirsiniz diye bir sınırlama da oldu. Ben de Tonya ifadesi ile biraz cicili bucili giyindim. Benim hastalığım, bir metne bakarak asla konuşamam. Yaklaşık yarım saat durmadan süren ve sanırım en çok bir iki dakika yayınlanacak konuşmamı aşağıya özetledim. Ancak bir yerde kendimi eleştiriyorum, genelde dik konuştuğum için yaptığım bir mukayeseye girmesem daha iyi olurdu. İşte söylediklerim..
Hoşgörü kavramını irdelemeden önce; insan kavramını incelemekte fayda var. İnsan kavramı; unutkanlık anlamındaki nisyan kavramı ile aynı köktendir. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır (Nisa, 4/28). O, aynı zamanda eğitime ihtiyaç duyan ve buna müsait olan bir yaratıktır. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de insan; yaratılmışların en seçkini (İsra, 17/70), en üstünü(Tin, 95/4) ve Yüce Yaratıcının ‘Halifesi’ (Bakara, 2/30) olarak belirtilmiş ve evrendeki her şey de açık ve gizli olarak onun istifadesine sunulmuştur (Lokman, 31/20; İsra, 17/70).
İnsan aslında Şeyh Galip’in,
“Hoşca bak zatına kim zübde-i alemsin sen,
Merdum-i dide-i ekvan olan ademsin sen”
dizelerinde belirttiği gibi evrenin bir özü ve özeti gibidir. Yani evrende ki her canlıdan bir hücre, bir öz benliğinde bulundurmaktadır. Bunun için Yunus Emre;
‘Yaratılanı severiz yaratandan ötürü’
demiştir. Yani insan her türlü saygı ve sevgiyi hak eden bir yaratıktır. ‘Rum Suresi’nin yirmi ikinci ayetindeki ‘farklı diller ve renklerde yaratılmış olmamızın Yüce Yaratıcının bir ayeti yani evrene koyduğu O’nun değişmez bir yasası’ olması insanın farklı inanç ve düşüncede olabileceğinin doğallığını da gösteriyor. Zaten Kur’an-ı Kerim’de, ‘insana doğru yolu gösterdik, ister şükretsin ister de inkar etsin’ (İnsan, 76/3; Beled, 90/10), ‘senin inancın sana, benimki de bana’ (Kafirun, 109/6) ayetlerde bireye dilediğine inanma özgürlüğünün sağlandığı açıklanmıştır. Çünkü insanları aynı düşünceye zorlamak; eşyanın tabiatına aykırıdır. Aynı anneden doğan kardeşler farklı düşünmekte, kendimiz bile bir dakika önceki düşüncemizi sonradan değiştirebilmekteyiz. Bu da bizi empati kurmaya yani diğergam davranmaya, hoşgörü çerçevesinde farklı düşünce ve inanca sahip olanlar ile barış içerisinde yaşamaya zorunlu kılıyor. Hz. Peygamber; Medine Şehir Beyannamesi ile bunu bize örneklemiştir. Peygamberimiz Yesrib’e geldiğinde orada lobileri çok güçlü olan Yahudiler, müşrikler, hristiyanlar, müslümanlar ve değişik dinlere mensup topluluklar olduğunu gördü. Onlarla bir araya gelerek, bir antlaşma imzaladı ki buna ‘Medine Vesikası’ diğer bir adı ile ‘Medine/Şehir Beyannamesi’ denir. Özetle burada, ‘biz bu şehrin vatandaşlarıyız, sonuçta burası bizim vatanımız, bir saldırı olduğunda hududa gidip hep beraber vatanımızı savunacağız, şehrin kalkınması için hep beraber çalışacağız, ancak herkes inancında özgürdür. Yahudi havrasına, müşrik tapınağına, hristiyan kilisesine ve müslüman da camisine gidebilecektir’ Edirne Yıldırım Bayezid Dönemi’nde Osmanlı Başkenti olduğu sırada şehrin hahambaşısı Avrupa’daki dindaşlarına mektubu yazarak onları ‘haç’ın gölgesinden hilalin gölgesinde yaşamaya’ davet etmiştir. İkinci Mehmed nam-ı diğer Fatih de İstanbul’un Fethinde, ‘gayr-ı müslimler inanç ve ibadetlerinde hürdürler’ diyerek bunu uygulamaya koymuş ve gayr-i müslimlerin, ‘bize zulmeden hristiyan otoritenin emrinde yaşamaktansa Türklerin adil idaresini başımızda görmeyi isteriz’ demişlerdir. Aslında bunlar; Kur’an-ı Kerim’deki ‘Dinde zorlama yoktur’ (Bakara, 2/256) ayetinin birer uygulamalarıdır. Bunları iyi bilen ecdadımızın geçmişte farklı dine mensup insanlarla aynı şehri, mahalleyi hatta aynı apartmanı paylaşarak kardeşce yaşamıştır. Hz. Peygamber’in, bir Yahudi komşusunun fakirliğinden etkilenerek, ‘komşusu akçen tok yatan bizden değildir’ buyruğu ve arkadaşlarının yadırgamasına rağmen bir gayr-i müslim cenazesi geçerken ‘olsun, nihayetinde insandır’ diyerek ayağa kalkması ne kadar ilginçtir. Yıldırım Bayezid’in Yahudileri İspanya’da yakıldıkları sıra Osmanlı topraklarına alması tarihin kayıtları arasındadır. Halkımızın da günümüzde bulundukları ortamlarda farklı din mensupları ile -elbette karşı görüşü kabullenmeden- ancak karşılıklı saygı ve sevgi ortamını sağlayarak yaşadıkların genelde İstanbul ve özelde de Sarıyer’imizin bunun örneği olduğunu göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz. Sulh içerisinde yaşamaya bağlı olan hoşgörü; peygamberimizin, ‘müslüman eli ve dili ile başkalarına zararı olmayandır, insanların en iyisi başkalarına faydalı olanıdır’ hadisinde saklıdır. Hacı Bektaşi Veli’ye ait olan ve alevi felsefesinin de temelini oluşturan, ‘eline, beline ve diline hakim ol’ sözü bu bağlamda ne kadar önemlidir. Bizim için görev olan selam; bir bağlamda, sözünü karşımızdaki kişiye, ‘benden sana zara gelmez’ teminatını vermektir.
İslam kavramı, huzur, barış vb. anlamlarındaki ‘silm ve ‘selam’ köklerinden türeyen huzur ve barışın olduğu din, Müslüman da; huzur, barış ve esenlikten yana olan kişi demektir. Zaten Yüce Yaratıcının dine daveti; ‘Ey inananlar, hepiniz birden barışa girin’ (Bakara, 2/208) diyedir. Bir mü’mini öldürmeyi ebedi cehennem (Nisa, 4/93) ve tüm insanlığı öldürmek (Maide., 5/32), bir canlıya hayat vermek de tüm insanlığı kurtarmak (Maide., 5/32), gibi kabul eden ve bir toplumla barışık yaşayan gayr-ı müslimi bile zekat verilecek kapsama alan (Tevbe,9/60) dinimiz zaten barış içerisinde yaşamı oluşturmayı görev olarak bize yüklüyor. Kullarının farklı düşüneceğini bilen Yüce Yaratıcı, ‘De ki; ey ehl-i kltab, gelin birbirimizi tanrılaştırmadan hepimizin arasında eşit olan Allah’tan başka ilah olmadığı tek kelime etrafında birleşelim’ (Al-i İmran, 3/64) buyruğu ile farklı din mensupları ile sulh içerisinde yaşamı emrediyor.
Biz; farklı inanç ve düşünceye sahip olanlar ile barışık yaşamı geçmişte atalarımızın yaptığı gibi bugün de sağlayabiliriz. Genelde Anadolumuz, özelde İstanbul ve çok özelde de Sarıyer’imiz buna örnektir. Büyüklerimiz hep anlatırlar. ‘Benim gayr-ı müslim komşularım vardı, onlarla aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaşıyorduk, hatta yan yana dairelerde oturuyorduk, onlar bizim cenazemize, biz de onların düğünlerine giderdik, bayramlarımızı beraber kutlardık’ diye. Aynı ortam bugün sağlanabilir, farklı düşünen ve inanan kişilerle beraber aynı havayı teneffüs edebiliriz. -hatta bazı mahallelerde bu tür yaşam devam ediyor- Bunun için; ön yargılardan arınmak ve bizim gibi aynı düşünmeyenlerin olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Zaten insanlığın mutluluğu da buna bağlıdır..
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)