Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi seksen dört yılı mezunları olarak biz her yıl ülkemizin bir köşesinde bir araya geliriz. Önceden ücretlerimizi yatırırız ve bunun sonunda da genelde de bu buluşmamız mayıs ayının sonlarında olur. Bu bağlamda her yıl ki yüzün üzerinde dönem arkadaşı bir araya geliyoruz. İsteyen ailece, isteyen de ferdi olarak bu toplantılara katılıyor. Ramazan ayının her yıl on bir gün öne gelmesi sebebi ile bu yıl on sekiz yirmi iki mayıs tarihlerinde idi bu toplantı. Yer olarak da önceden Fethiye Katrancı Otel seçilmişti. Ben de bazen ücretimi yatırmama rağmen gitmiyor ve ekiyordum toplantıları. Her yıl olduğu gibi bu yıl da eksik olmasın arkadaşlar, bayağı baskı uyguladılar gitmem için. Benim, ‘farklı bir renk olduğumu’ söylüyorlar bana hep.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi seksen dört yılı olan bu mezunların bir de vatsap gurubu var ve orada yıl boyu çok bilimsel münazaralar da yapılıuor. Bahse konu olan buluşmalarda da sadece görüşüp hasbi hal edip yemek yiyip yatlmıuor. Elbette yörenin olması gereken iştigal edilecek imkanlarından da yararlanıyor. Fethiye de yüzdüğümüz gibi. Ancak her akşam yemek, namaz ve çay faslından sonra adeta bir askeri disiplin içerisinde toplantılar düzenliyor, bilimsel tartışmalar da yapıyor, ülke ve dünya meselelerini de tartışıyoruz. Kur’an-ı Kerimle başlayan toplantımız, ilmi tartışmalarla devam ediyor, ilahi, kaside, şarkı ve türkü fasılları ile sona eriyor. Çok kişi de imreniyor bu toplantılara ve de mümkün mertebe bu seksen dört yılı dışında mezun olmuş kimseyi de aramıza almamaya dikkat ediyoruz. Çok seçkin arkadaşlar hepsi. Üniversite rektöründen öğretim üyesine, müşavirden, genel müdüre, öğretmenden müftüye, din görevlisinden serbest ticaretle uğraşana kadar çeşitli mesleklere mensuptur bu değerli arkadaşlarımız. Ama biz bugün olduğumuz konumlarda değil de, seksen seksen dört yılı arasındaki lisans dönemi sınıfında öğrenciyiz havasına dönerek bir araya geliyoruz. Bu bağlamda arkadaşların hepsine teşekkürler. Çok medyatik bir arkadaşımızda var, Prof. Dr. Mustafa Karataş. O da mümkün mertebe, programlarını ayarlayıp gelmeye çalışanlardan.
Bu yıl da elbette münazara ettiğimiz konular oldu Ancak en belirgin olanı; ‘Sahih olan ya da olmayan ‘Hadis’ler konusu idi. İşte,‘Sünnet’ ya da ‘uydurma hadisler’ konusunda İlmar 84’ün Fethiye toplantısında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa Can Bey, Cunhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Ağırman’dan –kendisi Marmara İlahiyat 85 mezunu olup benim Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi Arapça Müftü ve Vaizler İhtisas Kursu’ndan sınıf arkadaşımdır- bir sunum rica etmiş ve o da bu teklifi kabul edip çok içerikli bir program gerçekleştirmişti.
Cemal Ağırman Bey, sunumunu bitirince, ben de söz alarak şunları söyledim. Cemal Bey; çok teknik konuştunuz. Yani öyle ıstılahlardan bahsettiniz ki; bunları anlayabilmek için işin içerisinde yoğunlaşmak, uzmanlaşmak gerekli. Halk bunları anlayamaz. Olayı şöyle özetlememiz mümkün müdür? Aslında şöyle ifade edelim demek istedim. Sünnet; tarz demektir. Hz. Peygamber’in şahsında Kur’an-ı Kerim vahy edilirken O’nu bize öğretirken efendimizin söylediği sözler ki buna biz Usul-i Hadis’te ‘Kavli Sünnet’ diğer ifadesi ile ‘Hadis’ deriz. Hz. Peygamberin Kur’an-ı Kerim’i bize öğretirken yaptığı uygulamalara ki buna da biz Usul-i Hadis’te ‘Fiili Sünnet’ diyoruz. Ve de peygamberimizin olaylar karşısında verdiği tepkilere buna da Usul-i Hadis’te ‘Takriri Sünnet’ diyoruz. Bunlara toptan ‘Sünnet-i İbadet’ de denir ve bu sünnet evrenseldir ve bizi de bağlar. Bunu yani ‘Sünnet-i İbadet’i terk ettiğimizde günaha girer ve de Hz. Peygamber’e ters düşmüş oluruz. Bir de ‘Sünnet-i Adet’ var ki, yöreseldir ve bizi bağlamaz. Peygamberimizin yöresel halkın giydiği gibi giyinmesi vs. Bu sünneti uygulayana saygı duyarız ve asla ve onu asla aşağılamak, ona saygısızlık yapmak gibi bir hakkımız olamaz. Ancak onun da, ‘Sünnet-i Adet’i uygulamayan peygamberimize ters düşmüştür’ der ve kendisi dışındakileri suçlarsa, o zaman bizim de ona karşı gardımızı alma hakkımız doğar. Kaldı ki genelde böyle bir dayatma da vardır. Bazıları diyor ki, ‘Hz. Peygamberden bize intikal eden hadis sayısı altıyı geçmez’. Tamam da, bir şey söylemeden Hz. Peygamber Kur’an-ı Kerim’i bize nasıl öğretti? Kaldı ki bunu söyleyen adamların yüz ellinin üzerinde kitabı var. Onlar bir beşer olarak bu kadar eseri meydana getirebiliyorlar, ama mesajı evrensel olan bir Peygamber yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında Kur’an-ı Kerim’i bize öğretirken hiç mi bir şey söylemedi? Usul-i Tefsir yani Tefsir Usulü’nde çok önem arz eden ‘Vahy-i Gayri Metlüv’ denen kavram nedir? Ben şöyle anlıyorum. ‘Vahy-i Gayri Metlüv’ ; Hz. Peygamber’e verilen özel bir yetidir ve Hz. Peygamber bu yetisine dayanarak bize Kur’an-ı Kerimi açıklamış, uygulamaları ile göstermiştir. Dolayısı ile bu bağlamda on binlerce hadis vardır.
Ancak burada bir diğer aşırı uç var o da önüne gelen her söze hadis demek. Bu da olmaz elbette, hatta halkın dili ile alay konusu haline gelen durumlar da oluyor, ya da bu tür sözler ekranlarda söyleniyor. Peygamberimizin idrarının, tükürüğünün hastalıklara şifa olması gibi. Bundan korunmak için ölçüt elbette Necm Suresi’nin 3 ve 4, ayetleridir. İçte o ayetler; ;‘O size kendi düşüncelerini söylemez, O’na ne vahy edilirse onları anlatır’. Yani Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadis ve bir uygulamanın Kur’an’ın ana ruhu ile uyuşuyor olması gerekir. Hz. Peygamber; Kur’an’ın ana ruhu ile ters olan bir konuyu bize haşa öğretmeyeceğine göre bu tür sözlere de itibar edemeyiz. Mehmet Akif bu konuya şöyle parmak basmıştır;
‘Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun,
Yıktık da din-i mübini yeni bir din kurdun’.
Kaldı ki hadisçilerimiz bile asırlar boyu, ‘hangi sözün hadis, hangisinin hadis olmadığı?’ konusunda asırlarca ciltler dolusu kitap yazmışlar, hadisler toplanırken ‘uydurma hadislerin çok olabileceği’ düşüncesi ile binlerce kilometre yol yürümüşlerdir. Zaten yüze yakın İlahiyat Fakültemizdeki Hadis Aba Bilim dalları’nda hadisçilerimiz bunun için çalışmaktadırlar.
Yukarıdaki benim konuşmamdan sonra, Prof. Dr. Mustafa Karataş Bey, geçekten bu dengeyi iyice korumak gerektiği bağlamında çok içerikli bir özet geçti bize.
Ben burada bir gerçeğe parmak basmak istiyorum. Yaygın eğitimde çalışan bizler –kaldı ki ben otuz yıldır Sarıyer’de aynı zamanda örgün eğitimin içerisindeyim, her yıl yirmi saat derse girerim çeşitli liselerde- kadar halkın nabzını kimse tutamaz. Hep halkın arasındayız. İnanın, halkın zihni bu bağlamda bölünmüştür. Biz istesek de istemesek de benim de çoğu zaman olumsuz eleştirdiğim malüm hocaları da seven bir kitle var. İlmar 84 olarak konuları tartışırken, her zaman olduğu gibi bilimsel tartışma usulüne ve hem de İlmar 84’ün seviyesine uygun şekilde tartışmaya devam edelim. Herkesi saygı ile selamlıyorum.
Dr. Ahmet Bekaroğlu
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)