Teoloji her dönemde evrenin, kesin doğruları içeren yetkin açıklamasını verdiği savını taşımıştır. Görünümdeki tüm çekingenliğine karşın, bugün de bu savdan vazgeçmiş değildir. Gerçi Batı’da XVII. yüzyıldan bu yana üstünlük giderek artan ölçüde bilimin eline geçmiştir. Ancak çağdaş bilim ve felsefede kimi yeni gelişmelerin teolojiye yeni bir umut ışığı getirdiği söylenebilir. Fizikte klasik mekaniğin “paradigma” statüsünü yitirmesi bilimin yenilgisi olmasa bile bir anlamda geri çekilmesi diye yorumlanmıştır. Felsefede, dinsel ve metafizik öğretileri anlamsız sayan mantıkçı pozitivizm etkisini yitirirken “anlam”ın anlamına ilişkin daha esnek yeni çözümlemelerin etkinlik kazanması teologları yüreklendirmiştir. Bugün teolojiye daha açık bir düşünce ortamında olduğumuz söylenebilir. Ne var ki, bilim ve ona dayalı teknolojinin atılımları sonucu önemli ölçüde prestij kaybına uğrayan teolojiye yeniden “bilimsel” bir temel oluşturma çabası başarılı olabilir mi? Başka bir deyişle teolojinin “bilimsellik” savma geçerlik kazandırılabilir mi?
Dine akılcı bir temel bulma ise bir arayıştır. Katolik dünyasında bugün bile etkisini sürdüren skolastik düşünce, Hıristiyanlığa böyle bir temel oluşturma çabasının ürünüdür. Hıristiyanlık uzun süre, Yeni Platonculuğun da etkisiyle, doğaya yönelik çalışmalara kapalı kalmıştır. Ortaçağ karanlığında, “İnanmak için anlamak gerekir”, “Gerçeğe giden yol kuşkudan geçer” sözleriyle ilk kez akıl ve bilimin önemini vurgulayan Abelard (1079 – 1142), o zamana kadar dışlanmış olan Aristoteles bilim ve felsefesine kapıyı aralar. Daha sonra dini Aristoteles’le temellendiren skolastik düşüncenin kurucusu, Thomas Aquinas, bilgi edinmenin iki kaynağından, inanç ile “doğal akıl yürütme”den söz eder.
İnanç kutsal kitaba dayanan bir bilgi türüdür. Doğal akıl yürütme ise, yetkin örneğini Aristoteles’in verdiği gözlem verilerini işlemeye yönelik bir çalışmadır. Aquinas bu iki bilgi türünün bağdaştırılabileceği, daha doğrusu dinsel dogmaların, kutsal kitaba başvurmaksızın, salt akıl aracılığıyla ispatlanabileceği görüşündeydi. Nitekim Summa Theologica adlı ünlü yapıtında Tanrı’nın varlığını ispata yönelik, kimi teologların gözünde bugün bile geçerliğini sürdüren, beş argüman bulmaktayız. Teoloji medrese eğitimi aracılığıyla İslam dünyasında, skolastizm öğretisiyle Hıristiyan dünyasında tam bir egemenlik kurar. Daha sonra Rönesans ve Reformasyonu yaşayan Batı’da bile kilise uzun süre özgür düşünce ve arayışları baskı altında tutmaktan, sakıncalı bulduğu bilimsel kuramlara, XVII. yüzyıl ortalarına gelinceye dek yasak koymaktan vazgeçmez. İslam dünyasında ise teolojik bağnazlık hiçbir zaman tümüyle kırılamamıştır.
Sorumuza dönelim: Teolojinin “bilimsellik” savının dayanağı var mıdır?
Bu soruyu yanıtlamak için (1) “bilimsel” dediğimiz etkinliği diğer düşünsel etkinliklerden ayırt etmeyi sağlayan ölçütü belirlememiz, (2) Teolojinin “bilimsellik” savını doğrulamaya yönelik argümanları bu ölçüte vurarak değerlendirmemiz gerekir.
Bilim karmaşık bir etkinliktir; bir tek belirlemeyle yeterli bir ölçütü verilemez, kuşkusuz. Ancak sorunu basite indirgeme pahasına şu kısa belirlemeyle yetinebiliriz: Bilimsel kuram, hipotez ve betimlemeler olgusal içeriklidir; doğruluk değerleri (doğru ya da yanlış oldukları) nesnel olarak yoklanabilir.
Peki, teolojik Öğretileri içerik, yaklaşım ve sonuçlan yönünden bu ölçüte vurduğumuzda ne görüyoruz? Örneğin, teolojinin özünde yer alan “Tanrı’nın varolduğu” savını alalım. Teologların, Tanrı’nın varolduğunu birtakım argümanlarla ispatlama yoluna gittiğini biliyoruz. Çeşitli kategorilere ayrılan bu argümanlar, öncüllerinin niteliğine göre a priori ve a posteriori diye iki ana grupta ele alınabilir. Birinci grup argümanlar, doğruluğu apaçık sayılan ilkelerden ya da tanımlardan yola çıkmaktadır; ikinci grup argümanlar, evrenin genel özelliklerini, kimi çarpıcı doğal olguları, dinsel ya da mistik deneyimleri kanıt olarak kullanmaktadır. Ayrıntılara girmeksizin bu farklı “ispat” yöntemlerini birer örnekle ortaya koyalım:
“Yetkinliğin varlığı içerdiği” a priori ilkesine dayanan “ontolojik argüman”, ilk gruba giren tipik bir örnektir. Buna göre, Tanrı tanım gereği tam yetkindir. Tam yetkinlik için varlık gereklidir; öyleyse, Tanrı vardır.
Biçimsel yönden geçerli olan bu çıkarım, Tanrı’nın varlığını gerçekten ispatlamakta mıdır? Tam yetkinliğin varlığı içerdiği neye dayanılarak ileri sürülmektedir? Üstelik, varlık bir yüklem değildir; yetkinliği oluşturan özelliklerden biri sayılmaz. Daha önemlisi “Tann”yı “tam yetkin” diye tanımlayarak bundan onun varlığını çıkarmak, bulmak istediğimiz hazineyi önceden arayacağımız yere saklamaya benzemiyor mu? Kaldı ki, ontolojik argüman mantıksal olarak kusursuz olsa bile, yukarda koyduğumuz bilimsellik ölçütünü karşılamaktan uzaktır. Öncülleri tanımsal doğru olan bir çıkarımın sonucu olgusal içerikli olamaz. Nitekim, “Tanrı vardır,” önermesini olgulara giderek yoklamaya olanak yoktur.
İkinci grup argümanlar, Tanrı’nın var olduğu savını bir tür empirik hipotez olarak doğrulamaya yöneliktir. Yukarıda örneğini verdiğimiz türden mantıksal ispatların yetersizliği karşısında kimi teologların empirik verilere giderek Tanrı inancını temellendirme yoluna gittiğini görüyoruz.Tennant bu yaklaşımı, “Doğal teoloji indüksiyonla olgulardan yola çıkar; öncülleri, bilimin yerleşik genellemeleri ölçüsünde sağlam, doğruluğu herkesçe bilinen önermelerden oluşur,” diye dile getirmektedir. Ona göre, “Empirik kafalı teologlar… dünyayı diledikleri biçimde görmekten kaçınır, olup bitenlere kendilerini- sergileme ve gerçeği söyleme fırsatı tanırlar. Olgusal dünyayı göz ardı edip, soyut spekülasyonlara dayalı düşünce dizgeleri oluşturmak, bilime olduğu gibi doğal teolojiye de ters düşen bir tutumdur.”
Tennant’ın “doğal teoloji” dediği yaklaşımın ne ölçüde bilimsel olduğunu belirlemek için, bu alanda benzerleri arasında en güçlü argüman olarak bilinen “kozmolojik argüman”ı ele alalım. Buna göre doğa (bilimlerde de varsayıldığı gibi) nedensel bir düzen sergilemektedir. Ne ki, bilimlerin incelediği, doğa yasalarında dile gelen düzen kendi içinde yeterli değildir. Düzenin işleyiş ve sürekliliğini tam açıklığa kavuşturmak için kendi dışında bir gücü varsayma gereği vardır. Doğa kendi içinde olup bitenleri açıklama olanağından yoksundur.
Doğanın “düzenli işleyiş”inden Tanrı’nın varlığına giden bu argüman üç sayıltı (varsayım) içermektedir: Bildiğimiz dünyada, (1) nedensiz hiçbir olgu yoktur, (2) her olgunun nedeni kendi dışında bir olgudadır. (Başka bir deyişle, dünyada hiçbir şey uğradığı değişikliğin nedenini tam olarak kendi içinde taşımaz.), (3) nedensel bağıntı sonsuza dek geriye uzanamaz. Doğal teoloji, bu üç sayıltının birlikte, nedeni kendi içinde bir ilk yetkin nedenin varlığını zorunlu kıldığı, öyle bir ilk nedenin ancak dünyamızın yeterli bir açıklamasının verdiği savındadır.Etki gücünü yadsımadığımız bu argüman bir ispat değildir; ulaşılan sonuç, mantıksal geçerlikten yoksun olduktan başka, öncülleri oluşturan sayıltıların doğruluğu kesin olmaktan uzaktır. İlk iki sayıltı David Hume’den günümüze değin, sürekli tartışılmıştır; pek çok filozofun dayanaksız, dahası keyfi bulduğu bu sayıltılar, kuantum teorisinde “belirsizlik ilkesi”nin ortaya çıkmasıyla büsbütün sarsılmıştır. Üçüncü sayıltıya gelince, bu da ilk ikisinden daha sağlam değildir. Nedensiz bir ilk neden niçin zorunlu olsun? Evrende sonsuz bir güç olarak sunulan Tanrı’ya olanak varsa, nedensel bağıntının sonsuza dek geriye gidişine neden olanak görülmesin? Denebilir ki, nedensel bağıntı dizisinde her olgu bir önceki olgunun etkisine gidilerek açıklanmakta, oysa, dizi dışında bir ilk etkene gitmeksizin dizinin tümünü açıklamaya olanak yoktur. Bir kez, bilim, hiç değilse bugünkü aşamasında olgusal dayanağı son derece zayıf, üstelik açıklamalarında başvurma gereği duymadığı bir sayıltıyı irdeleme yoluna niçin gitsin? Sonra, dizinin tümünü bilinen yöntemle açıklamayı ilkede olanaksız kılan bir neden gösterilebilir mi? Diziyi oluşturan olguların her biri açıklanabiliyorsa, tümü neden açıklanmasın?
Derleyen: Hamza Mustafa Yetiş
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)