Kısa süreli bellekte sabun köpüğü gibi sönüp giden bilgiler uzun süreli belleğe aktarılamadığı için bir varmış bir yokmuş olurlar. Bilgileri, seçilmiş olunmalarına rağmen uzun süreli belleğe aktaramamak ciddi bir sorundur. Bilgileri uzun süreli belleğe aktarma yetisi yitirildiğinde ise ortaya bir başka sorun çıkar; bu kere uzun süreli bellekteki bir bilgi karşıdakine aktarılmış olduğu halde aktarılmış olduğu unutulur ve sürekli olarak aynı aktarım tekrarlanır. Eğer uzun süreli bellekteki bilgi önem verilen bir bilgiyse bunun sürekli aktarımı kaçınılmazdır.
Kimi insanlar siyasi, sosyal alanlarda diğerlerine göre ya aktiftirler ya da öyle görünürler. Bu aktiflikte bulunanların daha çok bilgi ve gözlemin sahibi olduklarını söyleyebilir miyiz? İşin bu yanı şüphelidir ve kanımca pasif görünendeki bilgi ve birikim aktif görünene göre daha fazladır. Işıklar içinde uyusun Hamdi Abi, siyasi ve sosyal alanda öylesi aktif bir kişilik değildi buna rağmen algılama ve algılarını yorumlama yönü oldukça gelişkindi. Son dönemlerinde kısa süreli belleğindeki bilgileri uzun süreli belleğine aktarma sorunuyla karşılaştı. Hemen her karşılaştığımızda, merhaba nasılsın muhabbetinden sonra 1960’lı yıllarda okuduğu bir makaleyi anlatıyordu. Ondan aynı makaleyi defalarca dinledim. İşin tuhaf yanı, Hamdi abinin bu bellek problemiyle karşılaşmasından önce bu makaleden bana hiç söz etmemiş olmasıydı. Demek ki, hiç söz etmemiş olması onun siyasetle ilgilenmediği anlamına gelmiyordu, ilgileniş biçimi farklıydı.
Friedrich Nietzsche’yi saat farklılıklarına rağmen yeryüzünün herhangi bir yerinde bir gün içinde iki kere mutlaka doğru zamanı gösteren durmuş saate benzetirim. Yine de doğrulamak için çalışan dakik saatiniz olmalıdır.
Sadık insan nedir? Dostluğu ve bağlılığı içten olan mı? Bireye ya da bir şeye içtenlikle bağlı bulunan mı? Yoksa bunların toplamı olarak Nietzsche’nin söylediği şekliyle “içsel bir aptal” mı? Nietzsche, sadık insanların oluşturduğu topluluklarda “ruhsal gelişim, daha az bağımlı, daha az emin olan, ahlaken daha zayıf bireylere bağlıdır” diyor. Bizim öykümüzün kahramanı ise, geleneklere sıkı sıkıya bağlı, yaptığı şeyin doğruluğundan emin ve ahlaken hayırlı bir evlat…
Hamdi abinin sürekli tekrarladığı ve yazarını söylemediğinden adını yazamayacağım meşhur makalesinin konusu şöyle:
Ölüm döşeğindeki yaşlı adam oğlunu yanına çağırır. Öldüğümde der, şu sandığın içinde iki kese altın var, o keselerden biri senin, diğerini ise götürüp elinle memleketin en büyük eşkıyasına vereceksin. Üzgün oğul babasına vasiyetini yerine getireceğini söyler. Yaşlı adam çok iyi tanıdığı oğlunun vasiyetini yerine getireceğinden emin son nefesini verir.
Sorup soruşturup yakınlardaki dağda bir eşkıya olduğunu öğrenen oğul o dağa doğru yola koyulur. Dağa varıp eşkıyanın huzuruna çıkar. Eşkıyaya babasının vasiyetini anlatan oğul, ona bir kese altını uzatır. Olmaz der eşkıya, ben bu keseyi alamam, sen memleketin en büyük eşkıyası dedin, şu karşı dağdaki eşkıya benden daha büyük bunu ona götür. Oğul çaresizlik içinde yola koyulup diğer dağdaki eşkıyanın yanına gider. Bu kere oradaki eşkıyaya babasının vasiyetini anlatır. Onu dikkatle dinleyen eşkıya, o zaman der sen şu dağın eşkıyasına gideceksin zira o benden daha büyük. Yollarda perişan olan oğul kan ter içinde söylenen dağa giderek oradaki eşkıyayı bulur. Vasiyeti söyler, eve dönüp hayatını yaşamak umuduyla keseyi uzatır. Bu eşkıya da verilen keseyi geri çevirir, ben der rahmetli babanın son isteğini yerine getirmeni önleyecek kadar vicdansız değilim, filan yörede benden büyük eşkıya var, bunu ona götürmelisin. Memleketin irili ufaklı eşkıyası çok, o dağ senin bu dağ benim epey eşkıya dolaşan oğul son geldiği eşkıyadan bayağı umutludur. Önce vasiyeti sonra eşkıyaları dolaşma macerasını anlatan oğul keseyi eşkıyaya uzatır. Keseye bakan eşkıya anlamlı-anlamlı gülümser, sen der bu keseyi götür kadı efendiye ver. Ama nasıl olur der oğul şaşkın şaşkın, babam memleketin en büyük eşkıyasına vereceksin dedi. Gülümsemesini sürdüren eşkıya, sen hele bir götür der…
Mevsim kış olmuştur, yerlerde kar diz boyudur ve hala lapa lapa yağmaktadır. Oğul, kadının evine varıp kapısını çalar. Kapıyı açan kadı, onu içeri almadan ne istediğini sorar. Bir eli neredeyse gelenin üzerine kapıyı çarpacak gibi durmaktadır. Oğul, titreyerek anlatır vasiyeti. Kadı, onu içeri almasına rağmen azarlayıcı ses tonlamasıyla konuşur. Baban, memleketin en büyük eşkıyasına vereceksin demiş, ben devlet memuruyum ne yüzle gelip bana bu teklifi yaparsın? Oğul, kekeleyerek falanca eşkıya beni buraya yolladı der. Sen bir eşkıyanın sözüne nasıl inanırsın diye üsteler kadı. Peki diye geri basar oğul, o zaman ben gideyim. Bu karda kışta üstelik hava kararmak üzere nereye gideceksin, git şu ateşin yanında biraz ısın der şefkatli kadı. Kadının evi geniş bir arazi üzerindedir ve arazi karla kaplıdır. Kadı ısınmakta olan oğulun yanına gelerek, senin de sorununu bir şekilde çözmek lazım gelir der. Dolaşmaktan iflahı kesilen oğul umutla kadıya bakar. Nasıl çözeceksiniz ki der. Maksat senin o bir kese altından kurtulman değil mi? Evet, bundan kurtulup bir an önce evime gitmek istiyorum. Ben eşkıya olmadığımdan o bir kese altını senden alamam, ama o bir kese altının karşılığında sana bir şey satabilirim ve sen de böylece sıkıntından kurtulmuş olursun. Tamam, bana ne satacaksınız? Arazimdeki karı görüyor musun? Evet, her yan kar dolu. Tamam, işte oradaki karları bir kese altın karşılığında sana satayım. Çözüm oğul tarafından coşkuyla karşılanır, lanet keseden kurtulabilecek ve evine dönecektir. Satış sözleşmesi yapılır ve imza edilir. Sabahın erken saatlerinde oğul kalkar, tam evine doğru yola çıkacaktır ki kadı karşısına dikilir, hayrola sabahın köründe nereye böyle? Ben der oğul, bir an önce sevdiklerimin yanına gitmek istiyorum da erkenden yola çıkayım dedim, yolum hayli uzun. Yok der kadı, öyle alıp başını gitmek yok, şu arazideki kar kimin? Benim diye yanıtlar oğul, o karı bana sattığınız için benim. Peki, arazi kimin? Arazi sizin kadı efendi, tabi ki sizin. Mademki gitmeye niyetlisin karını da al da öyle git. Aman kadı efendi ben bu karı nasıl alayım diye oğul şaşkınlıktan küçük dilini yutar. Ben senin karını arazimde istemiyorum der kadı. İyi de bu kar nasıl toplanır ki? O tarafını ben bilemem kar senin olduğuna göre sen bileceksin. Yapma etme kadı efendi, kurbanın olayım bir çıkar yol göster. Mademki karının burada kalmasını istiyorsun, arazimi kiralayabilirsin. Araziyi kiralamak mı? Evet, aşağı yukarı bu kar mart ayında erimeye başlar. Bu da üç aylık kira demek, arazi şu kadar metre kare olduğundan metre karesinin kira bedeli de şu kadar olduğundan sen diğer altın kesesini de verirsen bu kirayı karşılamaya yeter, aksi halde seni arazimi işgal etmekten daha çoğunu ödemen için dava eder, davaya da ben bakarım…
Yeniden Nietzsche’ye dönecek olursak, eğer kahramanımız geleneklere sıkı sıkıya bağlı olacağı yerde geleneklere kulak asmayan birey olsaydı ne olacaktı? Yaptığı işin doğru olduğundan emin olacağı yerde mirasın koşuluna kuşkuyla yaklaşsaydı ne olacaktı? Ahlaklı davranıp babasının vasiyetine uyarak hayırlı evlat olacağı yerde iki kese altını da kendisine alıp kafasına göre takılan hayırsız evlat olsaydı ne olacaktı? İşte o zaman en büyük eşkıya avucunu yalamaz mıydı?
İrfan Kaban
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)