Berna Abik/ Roma’da yaşayan ünlü yönetmen Ferzan Özpetek’le karantina günlerini konuştuk. Gerçeküstü bir film gibi yaşanan günleri, ülkedeki ruh halini ve tüm bu yaşananlar içinde Akdenizlilerin morallerini yüksek tutmak için balkonlardan söylediği şarkıları kimse ondan iyi anlatamazdı.
Savaşlar, virüsler, iklim krizi ve kıyametçilik… Son bir ayda ‘distopya’ kelimesini her kullandığımızda ya da duyduğumuzda kenara 1 lira koysaydık, kim bilir kaç küçük kumbara dolup taşardı! Bu kelimeden sıkılanlar için yine de bir gerçeği hatırlatmakta fayda var; felaket gelecekte değil hemen şimdi yaşanıyor ve bunu değiştirmek bizim elimizde. Roma’dan herkese sevgilerini ileten Ferzan Özpetek’in de üzerine basa basa söylediği gibi: Lütfen evde kalın.
Hastalık ilk Çin’de ortaya çıktığında olayın bu kadar büyüyeceğini düşünmüş müydünüz?
Hayır, düşünmemiştim. Bir de benim o dönem ‘Serseri Mayınlar’ oyunum vardı. Onun coşkusu ve heyecanını yaşıyordum. Bunlar başladığı zaman bir arkadaşım “Burada çıkarsa oyunlar durabilir” dedi ama sanmıyordum olacağını. İnsanda hep “Bizde olmaz” duygusu vardır. O his burada da yaşandı.
İlk ne zaman endişelenmeye başladınız?
7-8 Mart gibi doktor arkadaşım aradı. Sesi titriyordu telefonda. “Çok dikkat edin, herkes bunu soğuk algınlığı sanıyor ama öyle değil, bu resmen bir yaratık. Bu akşam buraya 60 kişi geldi. İnsanlar benimle konuşurken nefes alamamaya başlıyor, boğulur gibi oluyorlar. Hemen oksijene bağlıyoruz. 27 yaşında bir çocuk öldü üç saat içinde. Bunun ne olduğunu bilmiyoruz. İnsanların bana çaresiz bakışlarını unutamıyorum” dedi. O gece sabaha kadar uyuyamadım.
İtalyanlar sokağa çıkmama konusuna nasıl bu kadar kolay alıştılar?
Burada Çin’deki gibi hemen kalkıp “Sokağa çıkmayacaksınız” diyemezsiniz insanlara. Elinizde verilerin olması gerek. Yoksa “Neden çıkamıyorum kardeşim sokağa, 60 kişi ölmüş. Her gün ölüyor o kadar insan zaten” diyecek herkes normal olarak. Ama üç gün içinde tak tak tak açıklama yaparak bu korkuyu yarattılar ve sonra da “Artık çıkılmayacak” dediler. Bu endişeyi hissettirdiler. Yanınızda markete ya da eczaneye gittiğinizi yazan bir kâğıtla dışarı çıkabiliyorsunuz. Market benim evimin karşısında olmasına rağmen yanımda taşıyorum bu kâğıdı. Eğer yoksa 200 Euro ceza yazıyorlar. Ceza yazmaya başladığınız zaman zaten tavır değişiyor. Şimdiyse hapis cezası çıktı haklı olarak. Çünkü sen her şeyden önce başkasının hayatıyla oynuyorsun. Türkiye’de de ceza yazılmaya başlasa siz de çekinirsiniz.
Virüsün Avrupa’da yayılma merkezinin İtalya olduğu düşünülüyor…
Sanki bunu İtalyanlar bulaştırmış gibi davranıyor herkes. Halbuki tam tersi… Macron Bey (Fransa Cumhurbaşkanı) mesela, düne kadar sesini çıkarmadı. Oylar verildikten sonra, şimdi telaşlanmaya başladı. İngiltere’deki adam diyor ki “Birçok yakınınız ölecek”. Yakınları ölen insanlar ona hesap soracaklar. Avrupa Merkez Bankası’nın başındaki Christine Lagarde, “İtalya’ya yardım etmeyeceğiz” diye açıklama yaptı. O gün İtalya’da borsa yüzde 10 filan düştü. Ertesi gün kadın lafını geri aldı, “Yanlış anlaşılma oldu” gibi şeyler söyledi. Orada pis bir oyun var işte. Ben o gün borsada oynayan adamların isimlerini öğrenmek istiyorum. Kim aldı bu hisseleri?
Türkiye’ye dönmeyi düşünmediniz mi hiç?
Benim evim burası, burada oturuyorum. Neden kaçayım? Kaçılacak bir şey yok zaten. İngiliz bir gazeteci demiş ki: “İtalyanlar öğle uykularını biraz daha uzatırlar şimdi.” 43 yıldır burada yaşıyorum ve bu laf bana dokunuyor. Son derece nasyonalist, ırkçı bir İtalyan gibi sinirlendim. Ben tabii ki Türküm ve bundan gurur duyuyorum ama İtalyan olmaktan da gurur duyuyorum. Mesleğimle ilgili her şeyi İtalya’da öğrendim, buraya çok şey borçluyum. Türkiye için bir şey söylendiğinde de kızıyorum. Benim bu hayatta iki sevincim, iki hüznüm ve iki bayrağım var.
Ulusalcılık arttı yani…
Bambaşka bir duygu bu. Ulus olarak gayriresmi milli marşı söylüyorlar Nabucco’dan; “Uç düşünceler, altın kanatlarla uç ve dağlar, yamaçlar üzerine kon.” Dayanışma ortaya çıkıyor bir kere. Çok güzel bir duygu bu. Bu virüs zengin fakir tanımıyor, güçlü güçsüz tanımıyor.
Başka ne değişimler oldu sizin hayatınızda?
Ben en ufak bir sese uyandığım için kulaklıkla uyurum geceleri. Dün akşam bir baktım, su sessizliği var etrafta. Gölde gibisin. Hiçbir yerden çıt çıkmıyor. Kulaklık mulaklık takmıyorum artık. Bazen balkona çıkıp bakıyorum. Çok tuhaf bir duygu bu sessizlik, size birçok şey düşündürüyor. Bu sene hayatımda üç önemli kişiyi kaybettim. Onlar geliyor aklıma. İyi ki görmediler diyorum. Bir de en önemlisi doğa bize “Hayır” diyor artık. Hava kirliliği geçti burada. Benim de bir enstalasyonumun olduğu, Venedik Bienali’nin küratörü olan arkadaşımla konuştum, dedi ki: “Su pırıl pırıl Venedik’te. Yemyeşil, dibi görünüyor.” Demek ki şehrin, doğanın bir durmaya ihtiyacı varmış.
Evde günleriniz nasıl geçiyor?
WhatsApp’ta sekiz arkadaşımızın olduğu ‘Mumyalar’ isimli bir grubumuz var. Şimdi yedi kişi kaldık gerçi. Akşamları görüntülü konuşmayla elimizde içkilerimiz, önümüzde yemeklerimiz, sohbet ediyoruz. Yanına küçük pizzalar hazırlıyoruz. Dizi seyrediyorum çok ve kitap okuyorum.
Çiftlerin sürekli yan yana olması nasıl bir his?
Ben 19 yıldır tek bir kişiyle beraberim. O kadar yıl sonra ilişkide değişiyor bir şeyler. İçimden diyorum ki keşke birlikteliğimizin ilk yıllarına denk gelmiş olsaydı bu, müthiş bir deneyim olurdu… Noter bir arkadaşım var, “Bir kızla tanıştım, yazışıyoruz” diyor. Ulan evine çağırsana kızı, beraber kalın, faydalan işte bu durumdan! Eve kapanacaksınız üç buçuk hafta; yemek, içki ve seks! Karantina günlerini ilişkilerinin başında yaşayanlar çok şanslı. Uzun ilişkilerde değişiyor tabii ki. Simone ile beraber geçen gün bir bisküvi yaptık, annesi de bize tarif ediyor telefondan. Bir yandan da tartışıyoruz sürekli; onu fazla koydun, bunu az koydun diye. Nihayet fırına koyduk ama muhabbete dalmışız ve bisküviler yandı, çok güldük buna. Ertesi gün ben tekrar yaptım ve çok güzel oldu. “Acaba bir daha yiyebilecek miyiz” diye dramatik bir bahane buluyorsun kendine, götürüyoruz hepsini. Sanırım hepimiz bir altı-yedi kilo şişmanlayıp öyle çıkacağız bu işten. Evimin hiç de fena olmayan bir salonu var ama içimden gelmiyor spor yapmak bu sıralar.
Bu dramatik bahaneler arasında özel günler için sakladığınız şarapları içmek de var mı?
Bizim evde şarap konusunda hiç eksiklik hissetmeyiz. Benim kafa yapım, çok güzel bir şey mi geldi saklamayacaksın, hemen yiyeceksin, içeceksin, harcayacaksın. Bu hayatta hiçbir şeyi saklamayacaksın.
Evde oturmaktan şikâyet edenler var mı?
Geçen gün Sicilya’daki belediye başkanı bağırarak konuşuyor… “Evde oturmaktan bunalıyorum diyorsunuz. Şimdiye kadar hanginiz spor yaptınız? Şimdi hepiniz koşuyorsunuz birdenbire. Köpeğinizi gittiğiniz her yere götürüyordunuz sanki. Bunalıyorum ne demek! Evinde oturuyorsun, savaşta değilsin. Savaşta olan insanlar bunalsın, sen bunalma!” Haklı olarak bağırdı çağırdı adam. Doğru söylüyor. Sevdiğiniz, çok yakın olduğunuz birini götürüyorsunuz hastaneye ve onu bir daha göremiyorsunuz. O yüzden evde otursun insanlar. Bunu kendin için yapmıyorsun. Bunu belki de kanserli bir hasta yakınının yatağını çalmamak için yapıyorsun. Türklerde vardır bu duygu, başkasını düşünme olayı. Bir anne çocuğunun zarar görmesini ister mi? Ya da tam tersi...
ŞAP ŞUP HERKESİ ÖPMEKTEN KURTULDUK
Başta el sıkmayınca ve öpüşmeyince küsenler oldu mu?
Olmadı, uzaktan selamlaşıyor herkes. Bir de insana büyük rahatlık getiriyor. Şap şup tanıdık tanımadık herkesi öpmek yerine mis gibi uzaktan selamlaşıyoruz. Oh, ne rahat bir şeymiş.
Twitter’da biri, “Ferzan Özpetek’ten karantina konulu, sonu yemek masasında biten bir film bekliyorum” diye yazmış…
Başı da yemek masasında başlayacak (gülüyor). Yok yahu, bana gelen fikirler hiç bu konuyla ilgili değil. Zaten şu anda World Disney için ‘Cahil Periler’in dizi versiyonunu hazırlıyorum. Filmden farklı olacak. Günümüzde geçiyor, gençler var, hatta ondan öncesini ve gelişmesini anlatan güzel bir senaryo çıkıyor. Bir de yakında Türkiye’de de çıkacak olan bir kitabımın son okumaları yapılıyor.
İnsan gelecek için plan yapmaya devam ediyor her koşulda sanırım…
Çok yakın bir arkadaşım var, kanser hastası ve çok çıkışı olmayan bir evrede. Bana dedi ki “Plan yapmıyorum ben artık hiçbir şeye”. Ona “Ben de yapmıyorum ki plan” dedim, moralini düzeltebilmek için; “Seninle bizim farkımız, sen bir bombanın üzerinde oturduğunu biliyorsun, ben bilmiyorum. Belki ben de bir bomba üzerindeyim ama bilmiyorum. Tek farkımız bu”.
Sinemacı olarak bu tecrübeyi beyazperdeye aktaracak mısınız?
Ben hiç bu konuya dokunmadan, bambaşka bir film düşünüyorum şu an. Bunu zaten yaşıyorum ve yaşıyoruz şu anda. Çünkü bir taraftan büyük bir kâbusun içindeyiz. Paran varmış yokmuş, meşhurmuşsun değilmişsin bunların hiçbir değeri kalmıyor. Bu durumun getirdiği kötü şeylerin yanında çok iyi şeyler de var. Bizi değiştirecek, birdenbire olgunlaşıyoruz. Hayata bakışımız değişiyor. Değerlerimiz değişiyor.
Bu değişime ayak uydurabilecek mi herkes?
Edip Cansever der ki, “Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki…” Bizde de böyle olacak. Bilincimizde mutlaka bir değişiklik olacak ve olgunlaşacağız.
BALKONDAN ŞARKI İŞİ BİRAZ CANIMI SIKMAYA BAŞLADI
Balkonlarından şarkı söyleyen İtalyanlar hepimizi çok duygulandırdı…
Geçen akşam dizi seyrediyoruz evde, bir baktım dışardan sesler geliyor. Pencereden baktığımda herkes cep telefonlarını çıkarmış, şarkı söyleyenleri kaydediyordu. Bu biraz benim canımı sıkıyor.
Neden?
Bazıları çok güzel oluyor tabii ama bazılarına da artık yeter diyorsun. Çok güzel sesli birinin şarkı söylemesi tabii ki çok hoş ama virtüoz olmayan da balkona çıkıp çalmasın enstrüman bir zahmet (gülüyor).
Market alışverişlerinizde neler alıyorsunuz eve?
Benim evimin karşısındaki markette şarküteri kısmı var. Oraya bayılıyorum. Çocukluğumdan beri buzdolabı dolu olsun isterim hep. Hoşuma gidiyor yemek olayı. Onunla arkadaş olduk biz, özel bir şey geldiği zaman mesaj atıyor bana istiyor musun diye, kenara ayırıyor. Türkiye’de de ayarlar herkes işlerini böyle. Bizim eski şarküteriler vardı Kadıköy’de, orayı da çok severdim. Sonra ben pencereden bakıyorum, kuyruk azsa gidiyorum. Sırada da 2 metre mesafe olmak zorunda önündekiyle. Önemli olan maske değil, önemli olan aradaki mesafe. Üç günde bir 10 dakika çıkmışımdır dışarı. Dışarda güneşli bir hava, siz çıkıp eve dönüyorsunuz. ‘Dışarda mevsim baharmış, gezip dolaşanlar varmış’ diye bir şarkı vardır. Onun sadece ‘Dışarda mevsim baharmış’ cümlesi kaldı geriye.
Markette son bir şişe su kalsa ve aynı anda başkasıyla şişeye uzansanız, almasına müsaade eder misiniz?
Kesinlikle. Ben içemem ki onu ya… Biraz huy meselesi bu. İnsanın yapısıyla ilgili. Hayatta iki şeyden nefret ederim: Bir, cimrilik, iki, açgözlülük.
En çok ne yapmayı özlediniz?
Bir yerde oturup kolunu birinin omzuna atmayı, yan yana bir içki içmeyi, sinemaya gitmeyi, meydanlarda oturmayı ve sevdiğim insanları kucaklamayı özledim.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)